AuthorPenetrator God Archives
April 2023
Categories |
Back to Blog
Cyrodiil'de yaşayan 10 yaşındaki genç kara elf Mythall babasını 3. Çağ 415'te madende çalışırken göçük altında kaldığı bir iş kazası sonucu kaybetmişti. Annesini ise birkaç yıl sonra onu ölüm döşeğine düşüren çaresiz kötü bir hastalığın pençelerine kurban verdi.
Ardından kalacak başka yeri olmayan Mythall Morrowind'te yaşayan tek yakını olan amcası Liandras'ın yanına taşınmak zorunda kaldı. Bay Liandras tüm Balmora'da ki en huysuz adam olarak tanınır ve Mythall'ın varlığına istemeyerekte olsa bunu bir görev olarak gördüğü için tahammül etmeye çalışır. Bu hikayede küçük bir çocuğun amcasının ve çevresindekilerinin kasvetli ve mutsuz hayatlarına nasıl ışık tutup değiştirdiğine şahit olacaksınız… Sabahın erken saatleriydi. Bay Liandras hiç huyu olmamasına rahmen aceleyle mutfağa girdi. O sırada malikanenin hizmetçisi Dralosa bulaşıkları yıkıyordu ve onun bu haline şaşkınlıkla bakakaldı. Bay Liandras'ın bugün durumunda bir farklılık vardı. “Dralosa!” diye gürledi bay Liandras. Bulaşıkları yıkamaya devam ederek, “buyurun” diye karşılık verdi Dralosa. “Vivec aşkına…biri sana bir şey söylerken, elindekini bırakıp öyle dinle.” “Kulağım zaten sizdeydi ama olur, efendim, bırakıyorum. Şimdi sizi dinliyorum.” Liandras Avors eskiden beri hiçbir şeyden memnun olmazdı. Dralosa bir buçuk aydır, Bay Liandras'ın yanında hizmetçi olarak çalışıyordu. Babası ölmüş, annesi ve kardeşiyle beş parasız orta yerde kalınca, genç kadın da kasabanın tek konağı olan AVORS'ta işe girip çalışmak zorunda kalmıştı. “Bulaşıkları bitirir bitirmez tavan arasındaki odayı temizleyeceksin. Oraya bir de yatak yerleştir.” “Odadan çıkacak eski eşyalar ne olacak beyim?” “Çatının arka tarafına koy. Böyle şeyleri sürekli bana sorma. Bunları artık senin düşünüp yapıyor olman lazım.” Kısa bir süre duraksadıktan sonra bay Liandras konuşmasını sürdürdü: “Dralosa, yeğenim Mythall Avors Cyrodiil'den Morrowind'e sonra buraya Balmora'ya yani evime geliyor . On yaşında kendisi. Hazırlayacağın odada kalacak.” “Demek buraya küçük bir kül tenli erkek gelecek. Bay Liandras, ne güzel bir haber bu!” dedi Dralosa sevincini belli eden bir tonla. Bay Liandras suratını ekşiterek, “Güzel mi? Bu hiç de yerinde kullanılmış bir söz değil. Ama katlanmaya çalışacağım. Bir yerde benim için görev oluyor. Ayrıca o bizden biri değil. Annesi kuzeyli bir rahibeydi. Annesinin baba tarafı da balyoz yurtlu bir köylüymüş. Yani safkan değil! Soyu sopu belirsiz.” dedi. “Küçük bir çocuğun yaşantınızı değiştireceğini düşünmüştüm de, efendim” dedi Dralosa kekeleyerek. “Sağ ol” dedi bay Liandras soğuk bir sesle… “Ama buna gerek duyduğumu sanmıyorum.” diye ekledi. Dralosa “Ne de olsa erkek kardeşinizin çocuğu diye…” diyordu ki lafı birden yarı da kesildi. “Dralosa! Burnunu haddin olmayan yerlere bir daha sakın sokma! Yoksa kendine başka bir iş aramak zorunda kalırsın. Ağabeyim ailesinin uyarılarını dikkate almayıp onayımız olmadan aptalca bir evlilik yaptı ve yeterince kalabalık olan Tamriel'e gereksiz bir takım çocuklar daha getirip bedelini canıyla ödedi. Fakat az önce de söylediğim gibi, bu durum benim için bir görev oluyor.” “Beni affet lordum, tekrarı olmayacak.” dedi Dralosa sesini alçaltıp başını öne eğerek. Bay Liandras mutfaktan çıkarken kırmızı gözlerinden gelen sert ve delici bakışlarının eşliğinde “Odayı yavaş ve baştan savma temizleme. Yakında yanına kontrol etmeye uğrarım.” demeyi de unutmadı. Bay Liandras odasına gitti. Yatağının yanındaki sehpanın çekmecesinde duran İki gün önce Cyrodiil'in adı pek duyulmamış bir yerinden ona kuryeyle gelen mektubu çıkarıp yeniden eline aldı. İçinde yazanlar onu hiç ama hiç mutlu etmemişti. Mektubu bir daha gözden geçirdi: “Sayın Bay Liandras, İki hafta kadar önce Rahibe Isa Rahman'ın 59. doğum gününde vefat ettiğini ve on yaşındaki oğlunun öksüz kaldığını büyük üzüntülerimle size bildirmek zorundayım. Miras olarak oğluna birkaç kitap dışında hiçbir şey bırakmadı. Dokuzlar şapelinde görevli olarak çok az maaş almaktaydı. Isa Rahman'ın rahmetli eşinin kardeşiniz olduğunu öğrendik. İki ailenin arasında soğukluk olduğunu vaktiyle söylemişti. Rahibe Rahman, yine de vasiyetinde Mythall'ın babasının hatırı için evinize alacağınızı umduğunu belirtiyordu. Bu mektup elinize geçtiğinde, sanıyorum küçük çocuk da yol hazırlığını tamamlamış olacak. Gelmesini istiyorsanız hemen bir mektup yazın. Çünkü Blacklight'a gidecek bir aile, onu gemilerin demir attığı Vivec limanına giden bir kayığa kadar götürüp bindirecekler. Mythall'ın yola çıkacağı günü de ayrıca bildireceğim. Mektubuma uygun bir cevap vereceğiniz umuduyla saygılarımı sunarım. İmza Baş Rahip Cirroc… Yollanma Tarihi : Fredas, Rain’s Hand'in 21. günü, 3E 417” Bay Liandras, mektuba kısa bir süre sonra yanıt vermiş, küçük çocuğun gelebileceğini yazmıştı. Bay Liandras oturduğu koltuktan ağabeyi Balyn'i düşündü. Gelecek çocuğun babasıydı Balyn. On dokuz yaşındayken ailesinin istemediği kuzeyli bir kızla evlenmişti. Oysa, Balyn'i Ald'ruhn'da ikamet eden Redoran Hanesi'ne mensup çok zengin biri istiyordu. Bay Liandras o zamanlarda on iki yaşındaydı ama olayları sanki dün olmuş gibi anımsıyordu. Ailesi, zengin ve itibarlı bir Redoran'lı dunmer kadınını çevirip Cyrodiil'e taşınarak yoksul kuzeyli bir rahibenin kocası olmayı kabul eden oğullarıyla tüm ilişkilerini kesmişti. Balyn, yine de ailesine ara sıra mektup yazmış, ilk doğan ikiz çocuklarına, erkek kardeşleri Liandras ile Belaal'ın adlarını verdiğini bildirmişti. Ancak Balyn ilk çocukları kısa bir süre sonra sebebi meçhul bir şekilde ölmüştü. Adam, sonraları hiç mektup yazmaz oldu. Aradan geçen uzun yıllar sonra da, kendi ölüm haberi ve ardından da bu tatsız mektup gelmişti. Bay Liandras, pencereden aşağı da uzanan mahalleye baktı. Elli dört yaşındaydı ve koca dünya da tek başınaydı. Hiç evlenmemiş ve neredeyse tüm akrabaları ölmüş, hayatta olanlarla ise küstü. Merhum babasının bütün varlığı ile bir asırlık büyük lüks bir konak ona kalmıştı. Bay Liandras asık bir suratla ayağa kalktı. İçinden, Mythall'ın ne kadar aptalca bir isim olduğunu düşünüp odasından ayrılıp merdivenlerden üst kata çıkarak Dralosa'ya bakmaya gitti… Dralosa, tavan arasındaki odanın her tarafını güzelce temizledi. Temizlik yaptığı sürece, Bay Liandras'a kızıp durmuştu. “Şu çocuğu, yazın bir fırın gibi yanan odaya koymaya ondan başka kimin vicdanı elverebilir? Kışın burada şömine de yanmaz. Sanki koca konakta başka oda yokmuş gibi… Çocuk gereksizmiş! Gereksiz olan biri varsa, oda kendisi!” Dralosa öğleden sonra, Yaşlı Omalyn'in yanına gitti. Omalyn, yıllardır konağın bahçıvanlığını yapıyordu. Dralosa, sağına soluna bakındıktan sonra: “Bay Omalyn…” dedi kısık bir sesle, “Bay Liandras'ın yanına hep bizimle kalacak küçük bir cocuğun geleceğini biliyor musunuz?"diye ekledi. "Ne dedin?” diye bağırdı adam şaşkınlıkla. Zorla doğrulmaya çalışarak: “Saçmalama. Yarın güneşin hiç doğmayacağını söylesen daha iyi.” “Doğru söylüyorum, kendisinden öğrendim. Yeğeni, on yaşında…” Yaşlı adamın şaşkınlığı geçmemişti: “Akıl alır gibi değil ama olsa olsa merhum Bay Balyn'in küçük oğludur. Öbür iki erkek kardeş hiç evlenmediklerine göre… Demek Bay Balyn'nin oğlu gelecek. Çok sevindim!” “Bay Balyn kimdi?” diye sordu Dralosa. “Çok iyiydi” diye karşılık verdi yaşlı adam. “Ondokuz yaşındayken evlenip Morrowind'ten gitti. Bildiğim kadarıyla bir oğlu dışında öbür çocukları ölmüş. Gelen o çocuk olsa gerek.” diye devam etti. Dralosa, konağa doğru bakarak “Tavan arasında yatacak” diye yakındı. “Amcası olacak adamda utanıp sıkılma yok ki!” diye ekledi. Yaşlı Omalyn, önce somurttu, sonra hınzırca bir gülümseme belirdi yüzünde: “Bay Liandras'ın da çocukları olsa ne yapacağını düşündüm birden.” “Ben de, bu çocuğun Bay Liandras ile bu evde ne yapacağını merak ediyorum.” Yaşlı Omalyn gülerek: “Sen Bay Liandras'ı pek sevmiyorsun galiba” dedi. “Onu sevecek birinin olabileceğini sanmıyorum.” Yaşlı Omalyn, dudaklarında tuhaf bir gülümsemeyle sordu: “Sen Bay Liandras'ın aşk macerasını hiç duymamışa benziyorsun?” “O aşk macerası mı geçirdi? İnanılır gibi değil. Kim senin bildiğini de sanmam.” “Vaktiyle biliyorlardı. O kadın hala burada Balmora'da yaşıyor.” “Kim bu kadın?” “Söylemem doğru olmaz.” “Öyle bir adamın sevgilisi olduğuna inanmam” dedi Dralosa. “Zamanında çok yakışıklı bir adamdı Bay Liandras.” “Bay Liandras mı yakışıklıydı?” “Tabii ya, saçlarını eskisi gibi tarasa, lüks şapkalar, elbiseler giyse, yine de yakışıklı olur. Hem, Bay Liandras o kadar yaşlı değil ki..” “Öyleyse niçin kendini yaşlı gibi gösteriyor? Bunu da iyi beceriyor doğrusu.” “Biliyorum…” dedi Omalyn; “Sevdiği kadınla evlenemeyince böyle değişti. O gün bu gündür sanki yalnızca öfkeyle besleniyor. Çevresindeki herşeye, herkese nefret kusuyor.” “Gerçekten öyle” diyerek iç geçirdi Dralosa; “Ağzınla kuş tutsan yararı yok bu adam için. Yanında bir gün bile durmayacağım ama ne yaparsın yoksulluk işte.” O sırada aksi bir adam sesi duyuldu: “Dralosa!” Bu sesle genç kız, konağa doğru koşmaya başladı…
Back to Blog
“Rüzgar her daim arkanda olsun, dostum.” Skyrim, Windhelm Şehri Limanı… İnsanın kendi hakkında yazması bana hep biraz tuhaf gelmiştir, ama bundan da kaçamam. Beni Gjalund Tuz-Bilge diye çağırırlar. Yaklaşık yirmi yıldan beri Hayaletler Denizi'nde teknem Kuzey Bakiresiyle yelken açıyorum. Her zaman bir gemici olarak çalışmadım, Solstheim'in etrafındaki denizde balıkçılık yapıyordum. Güzelce yaşayıp giderdik o zamanlar… Lakin yıllar yılı kovaladıkça Kızıl Dağ'dan fışkıran kül denizi zehirledi ve bu olay balıkçılığı olduğundan daha da fazla zorlaştırdı. Şayet Kuzgun Kaya'ya erzak yolculuklarım olmasaydı, şimdiye kadar gemimi satmış ve Vadi Kent'e yerleşmiş olurdum. Solstheim, Miğferyeli Şehri'nin kuzeyindeki bir adadır. Başkenti Kuzgun Kaya'dır. Bir liman kasabası olan Kuzgun Kaya aslında bir kara elf yerleşkesidir. Tabi ki adada Skaal adındaki bir köyde yaşayan bir avuç Kuzeyli ‘de yaşamaktadır. Adaya esasında ilk ayak basanlar İmparatorluk'tu. Adanın güney ucunda bulunan zengin madenlerdeki abanozu çıkarmak için Doğu Krallığı Şirketi tarafından bir koloni kurulmuştur. Ada başlangıçta İmparatorluk insanlarının ve Kuzeylilerin eviydi, fakat zamanla Dunmer'ların ataları buraya göç edince İmparatorluk, Kara Elf mültecilerinin adaya yerleşmesine izin verdi. Fakat ilerleyen yıllarda İmparatorluk adayı terk etmeye karar vermiş. Sonrasında Redoran Hanesi bölgenin kontrolünü ele almış ve adadaki hâkimiyetlerini sağlamışlar. Böylece Kuzgun Kaya Kara Elfler'in olmuş. Şu anda Kuzgun Kaya Redoran Hanesinin temsilcisi olan Vekil Morvayn, tarafından yönetilmektedir. Kötü hava koşulları nedeniyle Kuzgun Kaya'ya götürmemiz gereken malzemeleri geciktirmiştik. Vekil Yardımcısı Adril Arano'nun imzasını taşıyan bir mektup geçen gün bir kurye tarafından bana ulaştırıldı. Mektupta İstedikleri malzemeleri denizdeki şartlar ne olursa olsun acil olarak ona getirmemiz gerektiği yazıyordu. Yani artık Miğferyelin'den Kuzgun Kaya'ya doğru olan yolculuğumuzu daha fazla erteleyemezdik. Ertesi gün, sabahın altısında okyanusa açıldık. İlk gün gün hava güzeldi, tüm mürettebat güverteye çıkıp güneşin doğuşunu seyretmiştik. Ancak sonraki gün deniz oldukça dalgalıydı. Ardından korktuğumuz başımıza geldi, kuvvetli bir fırtına gökyüzünü kararttı. Deniz kabardı ve çalkalandı, gazap dolu bir başka fırtına ortaya çıktı. Kürekleri elimize aldık ve fırtınanın dışına doğru kürek çektik. Hayaletler Denizi ile adeta boğuşuyorduk ve fırtına teknemizi savuruyordu. Tam o anlarda boyu 10 metreyi aşan büyük bir dalga belirdi ve Kuzey Bakiresi 'ne şiddetle vurdu. Gemim ortadan üç parçaya ayrılmıştı ve mürettebatımla birlikte denizin derinliklerine doğru battık. Gözlerimi açtığımda bir sahilde yüzükoyun bir şekilde uzanırken buldum kendimi. Muhtemelen dalgalar bedenimi buraya taşımıştı. “Ah. hııaahh. Neredeyim ben.” dedim. Uyanır uyanmaz aklıma gelen ilk şey sahili araştırmak oldu. Belki de gemi kazasından sonra mürettebatımdan başka sağ kalan birileri de benim gibi karaya sürüklenmiş olabilir diye düşündüm. Kıyıya vurmuş pek çok ceset ile karşılaştım. Ama benden başka başarabilen kimse yok gibi görünüyordu. Derken bir inleme sesi geldi. “Ah. Yardım edin.” Sesin geldiği yöne doğru hızlı adımlarla yürüdüm. Bu Serdümenim Lygrleid idi. Bacağından yaralanmıştı ve bilinci kapalı gibiydi. Emin olmak için eğilip göğsünü dinledim. “Hala nefes alıyor.” dedim heyecanımı gizleyemediğim bir tonla. Kıyafetimin kolunu yırtıp kanamasını durdurmak için bacağına sıkıca bir düğüm attım. İşe yarıyordu, ancak hala baygındı. Başucuna oturup beklemeye başladım. Uyanması 15 dakika sürdü. “İyi misin.” diye sordum. “Evet, evet, kaptanım… Sanırım ancak okyanusun yarısını içmiş olmalıyım.” Ayağa kalkması için eğilip elimi uzattım. Ayağının üzerine tam olarak basamıyordu o yüzden omzuma dayanmasını söyledim. “Neler olduğunu hatırlayabiliyor musunuz? Kaptanım.” “Yalnızca bir şiddetli fırtına ve son olarak o devasa dalgayı… Bize doğrudan çarptı. Sonra da Kuzey Bakiresinin üzerinden geçerek yok oldu.” “Görünüşe göre diğerleri bizim kadar şanslı değilmiş.” dedi gözüyle yerdeki cesetleri işaret ederek. “Lygrleid… Nerede olduğumuz hakkında bir fikrin var mı.” diye sordum çevreye bakarak. “Hayır. Bende sizin bir fikriniz vardır diye düşünmüştüm.” “Belki başka bir adadayızdır. Etrafa bir bakmamız gerek. Ancak öncelikle bu sahilden uzaklaşmalıyız. Bu enkaz yağmacıları çekebilir ve onlar da kazadan sağ kurtulanlardan hoşlanmazlar. ” “O zaman kaptan kendimizi korumak için bir silaha ihtiyacımız olacak. Etrafa bir bakabilir misin acaba? Şey bende yardım etmek isterdim ama bu halimle sana ayak bağı olmaktan başka bir işe yaramam. Belki de dalgalar sahile gemiden kullanabileceğimiz bir şeyler atmıştır. Bir sopa, ya da dal. Şöyle kafa ezecek bir şey. Hiçbir şeyimiz olmamasından iyidir, değil mi. Kaptan ben burada kalıp sağ kurtulan başkaları var mı diye bakacağım.” Lygrleid'i bir ağaç kütüğünün üstüne oturttuktan sonra çevreyi araştırma işine koyuldum. Kısa bir süre sonra cesetlerin birinin üstünden elime epey iyi oturan bulabildiğim ilk silah bir hançer. “Dövüşmemiz gerekirse kullanabileceğim bir şey buldum.” dedim hançeri göstererek. “Çok güzel kaptan. İhtiyaç duyduğumuz anda üstümüzde bir silahın olması insana güven veriyor.” “Ben hazırım. Gidelim mi.” diye sordum. “Bundan daha iyi bir vakit olamaz kaptan.” “Lygrleid beni kaptan diye çağırmayı bırak artık ne bir gemim ne de bir mürettebatım var.” “Peki Ka… Yani Gjalund. Şey sanırım bu yeni duruma alışmak biraz zamanımı alacak.” “Bir yerlerde adanın iç kesimlerine doğru giden bir patika olmalı. Gidip onu bulalım derim.” dedim. “Bende dikkatli olalım derim. Ağaçların arasında hareket eden bir şey gördüğümü sanıyorum. Gjalund Silahını hazırda tut.” Nerede kıyıya vurduğumuz hakkında daha çok şey öğrenmek için Lygrleid ile birlikte ilerlemeye başladık. Birkaç metre yürüdük. Ve büyük bir sıçanla karşılaştık. Hançerimle ile onu kestikten sonra çevrede başka bir yiyecek olmadığından dolayı mecburiyetten sıçanı yemeye karar verdik. “Cesetlerin kokusuna gelmiş olmalı. En azından artık biraz etimiz var.” dedi Lygrleid. “Şu şeyden nasıl bu kadar iştahla bahsediyorsun anlayamıyorum.” dedim tiksinç bir ifade ile. “Hiç yoktan iyidir. Ancak bir ateşe ihtiyacımız var. Sıçan yiyeceksek en azından çiğ yemeyelim.” Bulduğumuz sıçan etini pişirmek için etrafta uygun bir yer aramaya başladık. Tam o anda biraz ileride yanmakta olan meşaleler gözümüze ilişti. Bunun anlamı yakınlarda insanların olmasıydı. Fakat asıl mesele o yere doğru gitmeli miydik? ? Seçme şansımız olmadığı için ilerlemeye devam ettik. Patikanın ortalarında bir mağara gördük. Lygrleid endişelenmişti ve bunda hakkı vardı. Mağaranın dışarıdan biraz ürkütücü bir görüntüsü vardı. İçimde de kötü bir his vardı ama merak duygum daha ağır basıyordu. İçerisinde belki de işimize yarayacak şeyler bulabilirdik. Araştırmam gerekiyordu. Lygrleid Mağaranın girişine bıraktım ve keşfe başladım. Mağaraya ilk girdiğimde göze çarpan şey altın damarlarıydı. Maden cevher bakımından oldukça zengindi, elimde keşke bir kazma olsaydı diye içimden geçirdim. Biraz daha ilerledim ve mağarada yalnız olmadığımı fark ettim. İçerisi Riekling denilen küçük bir goblin kabilesine ev sahipliği yapıyordu. Varlığım fark edilince saldırıya uğradım. Neyse ki bu yaratıklar çok sert değildi. Fazla zorlanmadan onları hallettim. İçeride pek çok sandık vardı içlerinden bulabildiğim ıvır zıvır ne varsa alıp mağaradan çıkıp yola devam ettim. Patikanın sonuna geldiğimizde Lygrleid ile ben gördüğümüz şey karşısında resmen çocuklar gibi sevinçten havalara uçtuk. “İlahlara şükürler olsun… Bak! Gjalund bir ev. Terk edilmişe benziyor. ” dedi Lygrleid. “Burada ne olmuş merak ettim.” dedim. “Bir şey burada oturanları uzaklaştırmış olmalı.” “O şey her ne ise, kesinlikle bu yere karşı kanımı ısıtmıyor.” “Hadi! Gjalund içerisine bir göz at. İşe yarar bir şeyler bulabiliriz. Sen içeri bak, ben de burada nöbet tutayım. O sıçanlar ve kurtlardan daha fazlası ortaya çıkarsa seni çağırırım.” Evin çevresi güvenli görünüyordu ama içeriyi de kontrol etmeliydim. Bir sandık gördüm ancak kilitli olduğu için açamadım. Yiyecek olarak bir ekmek ve eski bir bira şişesi buldum sadece. “Bu evde bir süredir kimse yaşamıyor gibi görünüyor. İçeride kayda değer bulabildiğim tek şey kilitli bir sandık.” dedim. “Anahtarımız ya da kilit açma üzerine bir yeteneğimiz olmadığı sürece, sandık kilitli olarak kalacak. Gjalund bence sandığın anahtarı hala içeride bir yerlerde olabilir. Eskiden kamaramdaki sandığımın anahtarını yakınında saklardım, böylece açması kolay olurdu.” Kısa bir süre sonra evdeki yatağın altında bir anahtar buldum. Anahtar sandığın kilidine tam uymuştu. İçinde bulabildiğim ne varsa alıp Lygrleid'in yanına gittim. “Sandığı açtım.” dedim. “İşe yarar bir şey bulabildin mi?” “Sadece bir kızartma tavası, diğerlerinin hepsi çöp.” “Güzel, en azından artık o sıçan etini kızartabiliriz. Biraz et bize bayağı iyi gelebilir. Açlıktan ölüyoruz. Geyik eti yiyormuş gibi yaparız.” Sandıktan çıkan tava ile sıçan etini kısa bir süre kızarttım. Görüntüsü hala kırmızı ve tam kıvamında. “İşte kızarmış etin. En azından nereden geldiğini düşünmediğin sürece.” dedim. “Hey, hiç fena değilmiş.” “Lygrleid burada fazla oyalanamayız. Adanın daha da iç kesimlerine gitmeliyiz.” “Sen devam et. Benim bu bacakla daha fazla hareket etmem mümkün değil ve gerçekten dinlenmem gerek. O lanet fırtına beni bitirdi. Kendimi iyi hissetmiyorum. Bir müddet burada kalırım.” “Pekâlâ. Bu yer hakkında biraz daha bir şey öğrendiğimde gelip seni alırım.” “Benim hakkımda endişelenme dostum ve oralarda dikkatli ol. Kuzeye giden bir yol gördüm. Görünüşe göre daha da içerilere gidiyor. Belki yukarılarda yardım alabileceğimiz bir köy ya da onun gibi bir yer vardır.” Ada ve sakinleri hakkında daha fazla şey öğrenmek için daha da kuzeye gitmeye karar verdim. Ama öncelikle biraz dinlenmeliydim. Evdeki yatakta birkaç saat kestirmenin zararı olmaz diye düşünüyordum… Birkaç saatlik güzellik uykusundan uyandım ve yola koyuldum. Çevreye hala biraz bakınmak için vaktim vardı. Bir kurt gördüm Lygrleid'in güvenliği için onu öldürdüm. Ve de bir kamp alanı gördüm. Yakınlarında bir sandık daha buldum. Neyse ki bu kilitli değildi. İçinden biraz septim ve bir kaç tane iksir çıktı. Lygrleid'in gösterdiği yolu izleyerek mahsur kaldığımız adayı daha yakından tanımaya karar verdim. Bir süre yol aldıktan sonra tepenin sonunda bir kurt ile daha karşılaştım. Hançerimle onu kolayca kestim. Lygrleid'in bir diğer tavsiyesi olan sahil kenarını araştırmak iyi bir fikirdi. Bunu şimdi daha iyi anlıyordum. Eğer bu hançeri bulmasaydık sanırım şu anda bunları yazıyor olamayabilirdim. Ve bir kurt ile daha karşılaştım. Lanet ada bu hayvanlar tarafından istila edilmiş gibi görünüyordu. Tehlikeli geçen yolun sonunda tapınak benzeri bir yer gördüm. Bu pek akıllıca olmasa da merakıma yenik düşerek içine girmeye karar verdim. Yerin 4-5 metre kadar altına indim. Tam merdivenlerin sonuna gelmiştim ki zemin birden kapak gibi açıldı ve aşağıya düştüm. Bu kesinlikle benim gibi meraklı gezginler için yapılmış bir tuzaktı. Çünkü düştüğüm yer dev örümcekler ile kaynıyordu. Onları hallettikten sonra çevremi araştırmaya ve düştüğüm yerden bir çıkış yolu bulmaya çalıştım. Etrafta boş cevher damarları ile iki tane sandık vardı içlerinden altın çıktı. Nihayet düştüğüm yerdeki kapıyı açacak kolu buldum. Dikkatli bir şekilde yukarıya çıkarak tapınaktan kaçtım. Acaba bu belalı keşfim ne zaman bitecekti? Yardım bulmak için Lygrleid ile sığındığımız rahat evi bırakıp çıkmıştım yola. Ama hala ne yardım bulabilmiş, ne de tehlikelerden kurtulabilmiştim. Kaderin cilvesine bakın, ıssız ada ve yırtıcı hayvanlarla dolu ormanlar. Bir türlü başım beladan kurtulmuyordu. Bu karşılaştığım zorluklar daha ne kadar sürecekti? Ne zaman yardım bulacaktım? Bu soruların yanıtını bir türlü bulamıyordum. Patikanın sonundaki tepeye çıkmak bir saatimi almıştı. Sonunda küçükte olsa gözümün önünde bir umut ışığı yanmıştı. İleride iki katlı bir ev vardı. Dışarıdan terk edilmiş gibi görünüyordu. Ancak emin olmak için içini kontrol etmeye karar verdim. “Hey, sen! Ne arıyorsun burada?” “Sakin ol, düşman değilim.” dedim. “Elinde kılıç olan benim. O yüzden buna ben karar veririm, anladın mı.” dedi. “Tekrar soruyorum. Burada ne arıyorsun.” diye ekledi. “Gemim battı. Sonrasını hatırlamıyorum. Gözlerimi açtığımda bu adadaki sahile vurmuştum.” “Demek fırtınalardan kurtuldun, ha? İlahlar seni koruyor olmalı. Ama şansını fazla zorlama. Mevki beyi adamları seni burada yakalarsa, başın derde girer. Tavsiyem, kendine iyi bir silah bul. Üstündeki o paslı demirle pek uzağa gidemezsin. Hatta bu evde bir yerde bir tane kılıç olabilir. Bir göz at. Bulduktan sonra tekrar yanıma gel. Seninle ne yapacağımıza o zaman bakarız.” Evde karşılaştığım adamın tavsiyesine uyarak bir silah aramaya başladım. Alt katı ve üst katı didik didik ettikten sonra sonunda kendime düzgün bir silah bulabilmiştim. “Bu kılıcı buldum.” dedim göstererek. “Güzel! Umarım nasıl kullanıldığını biliyorsundur. Vaktim olsa sana birkaç hareket gösterirdim.” “Sağ ol gerek yok zaten. Benim adım Gjalund.” dedim. “Benimde Nal, tanıştığıma memnun oldum.” dedi elini uzatarak. “Yaralandım. Başlangıç olarak biraz yardım işime yarayabilir.” dedim. “Hm. öyle görünüyor. Köşedeki çantamda iksir şişeleri var. Al iç ve tazelen. Ayrıca orada büyük bir su fıçısı da var, yıkansan iyi olur. Acayip derecede deniz suyu kokuyorsun. İleride yine kendini yaralamayı planlıyorsan, elinin altında benim yaptığım gibi birkaç iyileştirme iksiri bulundursan iyi edersin. Yoksa adada fazla dayanamazsın.” “Teşekkürler. Ama daha fazlasını nereden bulabilirim.” “Şey, sonuçta ağaçlarda yetişmiyorlar… İksir için bir simyacı bulman gerekecek. Ama ne yazık ki etrafta ancak birkaç tane var.” “Benimle birlikte sahile çıkan bir adam daha var, yürüyemeyecek kadar yaralı ve şu an güneyde terk edilmiş bir evde kalıyor.” “Güney mi… eski balıkçının evi olmalı. Daha sonra onu almak için o tarafa doğru giderim. Hala orada olur umarım. Onu güvenli bir yere götürürüm.” “Sağ ol. Bana bu yer hakkında ne anlatabilirsin.” “Ne bilmek istiyorsun.” “Bir süre burada kalacağım gibi görünüyor. Biraz yiyecek bulabileceğim, kalabileceğim ya da biraz altın kazanabileceğim bir yer var mı?” “Bu civarda yok. Bu evde fırtınaları izleyebilmek için kalıyorum. Birkaç hafta önce olsaydı seni doğrudan Liman Kent'e yönlendirirdim. Ama artık değil.” “Niye ki.” “Mevki beyi Tarimel'in muhafızları ile kaynıyor! O altın madenlerini koruyor ve kalesinden ordusu için adam topluyor. Ben Havard'ın çetesinin tarafındayım. Hala özgür olan sadece biz varız. Bir kampta yaşıyoruz… Ama özgürlük özgürlüktür. Yerinde olsam kamp alanına gidip Havard'ın beni alıp almayacağına bakardım. Ya da şansımı Liman Kent'te denerdim. Sadece kaleden uzak dur yeter.” “Liman kent güvenli bir yer mi? Mevki beyi orada ne yapıyor.” “Şu anda pek bir şey yapmıyor. İçeride bizim çocuklardan birkaçı var. Sana yardımcı olabilirler. Ve o muhafızlar muhtemelen seni pek fazla rahatsız etmezler. Sana yolu gösterebilirim, ama inan bana, bizim kampta çok daha iyi olursun.” “Havard bana ne sunabilir.” “Yemek, ev, iş, kadın? Hatta seni bir savaşçı olarak da eğitebilir. Ne de olsa bir kılıcın var. Sanırım yukarıda, kalede de o lanet elfler sana kılıç kullandırırlar ancak özgürlüğünü elinden alırlar. Duyduğuma göre kaleye giren pek çok kişiden bir daha haber alamamışlar. Benden söylemesi.” “Sürekli bir kaleden söz ediyorsun. Orada ne oluyor ki.” “Orası olmak isteyeceğin son yer. Orası ilahların belası kara elf Tarimel'in çaylak askerlerini eğittiği yer. Beyinlerini yıkıyorlar. ” “Bana Liman Kent'e giden yolu gösterir misin?” “Elbette. Beni takip et.” Bir süre yürüdükten sonra Nal durdu. “Aşağıda, vadideki çiftliği görüyor musun?” “Evet.” “Tarimel'in yardakçılarının bazıları orada çalışır. Kendilerine çırak diyorlar. Kaledeki muhafızların yardımcılarıdırlar. Onlarla konuş. Liman Kent'e ulaşmanda yardımcı olurlar. Ama dikkatli ol. Kendini kazara askere alınmış halde bulma. Eğer onlara katılırsan artık Havard'ın kampında hoş karşılanmazsın.” “Teşekkürler. Şimdide bana kampınızın yolunu göster.” “Akıllı adam! Bu taraftan.” Nal ile batıya doğru uzun bir yürüyüşten sonra durakladık. “Kuzeye bak. Harabeyi görüyor musun?” “Evet. Bu tapınağın benzerini daha önce de gördüm. İçine de bakmıştım. Ama dev örümcekler dışında kimse yoktu.” “Ah, muhtemelen temizlenmiş bir madendir orası. Buradakine Tarimel'in muhafızları bir kamp kurdular. Altın cevherlerini kazıp çıkarmak için. Aklın varsa, oranın yakınlarında görünmezsin. Yoksa paketlenip kaleye götürülürsün. Bir köle mi olmak istiyorsun, yoksa özgür bir adam mı?” “İşte geldik. Bu patikayı kuzeye doğru takip edersen, kampımıza ulaşırsın. Ha bir de avcılarımıza dikkat et. Tembel herifler her zaman işlerini başkalarına yaptırmaya çalışırlar.” “Her şey için teşekkürler Nal.” “Yeterince badire atlattın, birazcık iyiliği hak ediyorsun. Her ne yapacaksan iyi şanslar.” Ne yapacağımı düşünmeden önce tekrar Lygrleid'in yanına dönüp haberleri vermeli ve onu kontrol etmeliydim. Yol çok zor ve çetin geçmişti. Bir saatte çıktığım yere inmem neredeyse akşamı bulmuştu. “Hey, geri döndün.” “Döneceğimi söylemiştim. Ve de etrafa bir göz de attım.” “Neler öğrendin.” “Buradaki insanlar kendi kuralarına göre yaşıyorlarmış gibi görünüyor. Anladığım kadarıyla her şey adadaki altın madenleriyle ilgili. Mevki beyi Tarimel dedikleri bir kara elf madenleri çıkartmak ve korumak için kendine bir ordu topluyor. Havard denilen bir haydut çetesine liderlik yapan adamda mevki beyiyle altın madenleri için savaşıyor.” “İlk izlenimin… Buranın tuhaf bir yer olduğu yönünde. Bilgiler için sağ ol. Sanırım ben burada kalacağım, bacağım hala tam olarak iyileşmedi. Gücümü toplayana kadar başka insanlarla temas kurmaya hazır değilim, özellikle de şu Mevki beyiyle.” “Buraya gelip sana daha az korkunç bir yer bulmanda yardım etmesi için birinden yardım istedim. İyi bir adama benziyordu.” “Gerçekten mi? Çok sağ ol.” “Tekrar görüşmek dileğiyle hoşça kal Lygrleid.” Şimdi seçeceğim tarafa karar vermeliydim. Mevki beyi Tarimel'in tarikatı mı? Yoksa Havard'ın çetesi mi. Sanırım öncelikle biraz dinlensem iyi olacaktı. Bu gün yeterince aksiyon yaşadım. Sağlam bir kafayla ertesi gün ne yapacağıma bakabilirdim…
Back to Blog
Metin2: Chunjo Prensi: 1. Bölüm10/14/2022 Chunjo İmparatorluğunun savaşçı Prensi Kos küçükken bir yaratık tarafından parçalanan şaman annesi Kraliçe Zei- Ryoong ve ninja kız kardeşi Prenses Yinta’nın ölümlerine çaresizce şahitlik etmiştir. O günden sonra hayatının geri kalanını intikam alacağı günü bekleyerek yaşamaya yemin eder. Prens olarak sürdürdüğü hayatına, radikal bir karar alarak haydut olarak devam etmeye karar verir ve daha on altı yaşındayken yalın ayak katıldığı çetenin içerisinde kısa sürede liderlik konumuna yükselir. Birbirinden acımasız ve kana susamış elamanlardan oluşan bu grubu gücü ve zekâsıyla sarayda gördüğü strateji eğitimleri ile elinde tutmayı başarır ki; bunda da hiç fena değildir. Joan ve Bokjung’ta ve tarafsız bölgelerde yaptığı soygunlar ve baskınlarla geçen yeni hayatının tek amacı annesi ve kardeşinin ölümüne sebep olan aynı zamanda iri yarı heybetli bir Lycan olan Kont Sino’nun kanını kılıcından akarken görmektir. Kos, bu uğurda evvela savaşçı imparator olan babası Yoon- Young ile arasını düzeltmeye karar verir. Haydutluk ile geçen birkaç yılın ardından baba ocağı Joan’a dönen Prens Kos, burada aklına gelmeyecek entrika ve kara büyü ile ihanetlerle karşı karşıya gelir. Kralın iradesine boyun eğmek zorunda kalır bazen. Bazen de intikamı uğruna gemileri yakmaya kalkar. Dostunu düşmanını seçemeden ardı ardına yeni düşmanlar ile uğraşmak zorunda kalır. Geriye sadece intikam arzusunun ateşiyle içgüdüleri kalır ve yolculuğunda bu kararlılık ona yardımcı olacaktır. Hayat ve ölüm artık Kos için bir oyundan ibarettir ve kaybedecek başka hiçbir şeyi yoktur. İradesi ne kadar güçlü olursa olsun, genç bir savaşçı hayal bile edemediği kadar güçlü düşmanlarını alt etmeye yetecek midir? Kos ailesinin intikamı için çıktığı bu yolculuğun sonunda diğer hedefleri olan bölünmüş Metin2 diyarındaki üç imparatorluğu eski zamanlarda olduğu gibi tek bir imparatorluk bayrağı altında toplayabilecek mi? Gökyüzünden yıllardır yağmakta olan diyarın coğrafyasına, iklimine beraberinde üzerindeki tüm canlılara zarar veren devasa metin taşlarını alt edip bununla beraber Ejderha Tanrısının gücünün sırrına erişmeyi başarabilecek midir? Metin2’nin uzak doğuya has fantastik bir macerası… 18 Mart 1592 Yılı Jin cesetlerin parmaklarındaki yüzükleri ve üzerlerindeki değerli eşyaları toplamaya çalışıyordu. O toplamayı bitiremeden leşçil hayvanlar çoktan evlerin saçaklarına tünemiş ve çevrelerine sürüler halinde ise sarmaya başlamıştı. Kos ise bu sırada bir ağaca yaslanmış gelen hayvanları baş hareketleriyle selamlıyordu. Hayvanlar ise bilge bakışlarla grubun işlerini bitirmelerini yani sıralarını bekliyor ve gruptakiler onları dikkatle gözetliyorlardı. Lonca bölgesi meydanında kan gövdeyi götürmüştü. Her oluktan kan akıyordu, kaldırım taşları kan içindeydi, çeşmelerden kanlıydı. Cesetler türlü biçimlerde etrafa saçılmıştı. Bazılarının halini Kos gülünç bulmuştu, eksik parmaklarıyla göğe uzanır gibi; bazısı huzur içindeydi, yaralarını tutup iki büklüm kalakalmışlardı. Yaralılar ise kıvrandıkça üstlerinden sinekler vızıltılarla havalanıyordu. Bir oyana bir bu yana uçuşuyorlardı. Öldürmek Kos’u çok susatmıştı. Deri matarasını çıkartıp kana kana su içti. Silahlarıyla yere serilmiş onlarca ölü bedene bakıyordu Kos. Hâlbuki Kos onları uyarmıştı. Lonca başkanına ısrarla bunu söylemişti. Onlara bir şans tanımıştı, hep tanırdı ama olmadı. Kan dökülsün istediler, yıkım olsun istediler. İstediklerini Kos onlara vermişti. Kos’un istediği tek şey haraç olarak haftalık 10.000 Yang vermeleriydi. Her şeye rağmen Kos’a göre savaşmak güzel bir şeydi. Aksini söyleyenleri ise kaybeden olarak görürdü. İç organları kucağında, çeşmeye yaslanmış halde yatan ihtiyar lonca başkanına zahmet edip sormak istedi, fakat artık muhtemelen Kos ile aynı fikirde olmazdı bir anlaşmazlık onları ne hallere düşürmüştü. “Tanrıça Bahar-Taraji adına!” Jin bir avuç kopmuş parmağı cesedin yarık karnına fırlattı. Kos’un yanına yaklaşıp bulduğu ganimetlerini gösterdi, sanki onun hatasıymış gibi suratını ekşitiyordu. “Şu hale bak! Bir tane gümüş yüzük. Bir tanecik! Koskoca loncada bir tane salak yüzük çıktı! Bu çulsuzları tekrar diriltip yine pataklayasım var.” Jin için bu mümkün olsa yapardı, caninin tekiydi, hem de en açgözlüsünden. Onunla Kos göz göze geldi. “Sakin ol, kardeş Jin. Burada başka ganimetlerde var.” Kos onu bakışlarıyla küfürlü konuşmaması için uyarmıştı. Böyle konuşması Kos’a göre ortamın sihrini bozuyordu; öte yandan devam ederse ona haşin davranmak zorunda kalabilirdi. Jin bir muharebenin ertesinde daima gergin olurdu, elde edilenden daha fazlasını isterdi. Kos, Jin’e daha fazlasını temin edeceğini vaat eden bir ifadeyle baktı. Taşıyabileceğinden bile daha fazlasını. Jin homurdandı, kanlı gümüş yüzüğü zulasına attı ve hançerini kemerine geri soktu. Tam o sırada Sura Li yanlarına geldi, zırh eldivenini Kos’un omuzluğuna çarparak tek kolunu Kos ile Jin’in omuzuna attı. Li’nin bir becerisi varsa, o da ortamı yatıştırmaktı. “Kardeş Kos haklı, ufaklık. Bulunacak hazine bol. “Jin’e “ufaklık” diye hitap etmeyi yeni alışkanlık haline getirmişti, ikisinden de bir karış uzun ve iki misli iri olduğu için olmalıydı. Jin’i boyunun kısalığı her seferinde yüzüne vurulması artık rahatsız etmeye başlamıştı ama Li’de kırmak istemediği için ses etmiyordu. Li kısaca hep espriliydi. Ona fırsat verirlerse öldürürken bile espri yapardı. Giderayak gülümsettiğini görmekte hoşlanırdı. “Ne hazinesi?” Jin meraklandı, hala hırçındı. “Loncanın canına okuduğunda eline daima ne geçer, Ufaklık?” Li imalı bir ifadeyle kaşlarını kaldırdı. Jin yara izleriyle dolu gaddar yüzünden miğferinin siperliğini kaldırdı. “Domuzlar mı?” Li dudak büzdü. Onun kalın dudaklarını Kos hiç sevmezdi, fazla dolgun ve etli bulurdu, yine de gruptaki varlığına kusuruna bakmazdı, ne de olsa espriliydi ve elindeki kılıçla gruptaki en ölümcül adamlardan biriydi işine yarıyordu. “Eh, sen domuzları alabilirsin, ufaklık. Bendeniz, diğerleri hepsini sahiplenmeden lonca ahalisinin hayatta kalan güzel kızlarını bulup yatağıma alacağım.” Ardından herkes uzaklaştı, Jin boğazına takılan bir balık kılçığını çıkarmaya çalışıyormuş gibi kâhyasıyla, “Hör, hor, harg,” diye gürleyerek gülerek gitti. Kos, Jug’un lonca binasının kapısını zorlamasını seyrediyordu. Güzel bir yapıydı, yüksek damı mermer kaplamalı, ön tarafında da küçük bir çiçek bahçesi vardı. Jug gözleriyle diğer yandan Kos, Jin ve Li takip ediyordu ama başını kapıdan çeviremiyordu. Kos cesetlerle beslenen aç kurtlara baktı, Eun ile kıt zekâlı ikiz kardeşi Mok’un cesetlerin kellerini toplamalarını seyretti. Eun el arabasıylaydı, Mok ise baltaylaydı. Kos bunu çizim için güzel bir manzara olarak düşündü. Savaş sonrası ortalık hep leş kokardı sanırım Kos’un tek rahatsız olduğu taraftı savaşın ama mekânı Kos’un adamları meşalelerle ateşe verdikleri zaman leş kokusunun yerini kısa sürede is kokusu alırdı. “Çocuk!” Jug, Kos’u işaret ederek sesleniyordu, sesi boğuk ve cansızdı ve yüzünde memnuniyetsiz bir ifade vardı. Kos adımlarını sürüyerek yanına gitti ve Dolunay kılıcına dayanarak önünde dikildi, kollarına ve bacaklarına aniden bir halsizlik gelivermişti. Kos, o sırada Jug’un ona çocuk diye hitap edip hafife aldığı için solucanlara yedirmekte istiyordu. Kos belli etmemek için uğraşıyordu ama canı çok sıkılmıştı. “Bana yağma sonrası kız sözü vermemiş miydin? Kızları nereye sakladınız mahzenlere mi? Hadi çıkar ağzındaki baklayı evlat! İhtiyar Jug onları kokularından bile bulur.” Jug bu lafının üzerine Kos’tan cevap alamayınca keskin bir bakış fırlattı, acı dolu ve sert bir bakıştı, “Sen kaç yaşındasın daha çocuk? Jin ve Le ile birlik olup beni kandırabileceğinizi mi sanıyorsunuz? Loncanın bütün bakire kızlarına çöküp kendinize mi saklayacaktınız yoksa?” Ve işte Jug, Kos’a yine “çocuk” demişti. O an “Şişkin karnını bir yang kesesi gibi yaracak yaştayım Jug,” dedi Kos öfkelenerek ve artık iyice sinirine dokunmaya başlamıştı. Kos’un sinirine dokunulması hoşuna gitmezdi. Onu bu çok kızdırırdı. Etrafında birilerinin canı yanabilirdi böyle durumlarda. Fakat Jug’un hala onun karşısında endişelenmeden bundan habersizmiş gibi durduğuna onunla böyle konuşmasına şaşırıyordu. “On altı yaz geçirmişsindir, en fazla bıyıkların bile terlememiş. Daha büyük olamazsın velet. Sen annenin karnındayken ben yeminlileri düzüyordum…” Son kelimeleri artık Kos’un karşısında ağır çekimdeymiş gibi tane tane dökülüyordu morarmış dudaklarından. İki seneyle kaçırdığını Kos ona söyleyecekti ama yüzü bembeyaz kesilmiş Jug artık onu duyamazdı. Kos’un arkasından el arabası gıcırdadı. Peşinden Eun, kan damlayan büyük baltasıyla belirdi. Kos, “Kellesini alın derhal,” dedi adamlarına Jug’u işaret ederek. “Şişko göbeğini yarıp aç kurtlara bırakın.” Çocuk demek ha! Daha yüzünde tek bir tüh bile olmayan Kos şimdiden bile Joan’daki bütün lonca bölgelerini kılıçtan geçiriyor ve bütün Metin taşlarının bile yayılmasını engel oluyor yok ediyordu. Yaklaşmakta olan on sekizinci yaş gününde ise Chunjo’nun yeni imparatoru olmayı planlıyordu ve intikamını aldıktan sonra Jinno ile Shinsoo imparatorluklarını kendi sancağı altında birleştirmeyi hedefliyordu…
Back to Blog
Nadira 17. Yüzyılın başlarında, Kırım Hanlığı'nın idaresi altındaki Akkirman şehrinde çiftçi bir Tatar ailenin 4. çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Bebeğin babası bu sefer kız değil erkek olmasını ümit etmiş. Ancak Yüce meblağ ona yine bir kız evlat vermiş. Bu yüzden karısına yeni doğmuş kız çocuğunu Cami'nin önüne bırakmasını söylemiş. O yıl kış ayı pek de sert geçiyormuş. Soğuktan donmadan önce bebek yerli bir varlıklı tüccar tarafından cuma namazı çıkış bulunmuş. Adam ciyaklayan bu minik şeye acımış ve onu kucağına aldığı gibi evine getirmiş. Ahmed Bey iyi bir insan, dini bütün bir Müslümanmış. Allah'ın, kendisine bir emaneti olarak kabullenmiş bu yavrucağı. "Nadira" ona bu ismi vermişler ve onu öz evlatları bilmişler. Ayrıca onu evlatlık alan aile yıllardır çok uğraşmış olmalarına rağmen o zamana kadar Allah onlara bir çocuk nasip etmemiş. Akkirman şehri kıştan yeni çıkmıştı. Mart ayının son günleri yaşanıyordu. Ağaçlar erken çiçek açmıştı bu sene... Bahçeler adeta bahar şenliğiyle renklenmişti. Nadira sabah yeni yuvasında açtı gözlerini. Ahmed Efendi kundaktakı yeni uyanmış, nur topu gibi Nadira bebeğin güzelliğini seyrediyordu. Nadira'nın yüzü pencereden ışık saçarak parlayan bahar güneşi gibi aydınlıktı. Ardından Ahmed Efendi ellerini açıp dua etmeye başladı. "Onu karşıma çıkardığın için şükerler olsun sana Rabbim! Sen şahidim ol ki bende gücüm ve ömrüm yettiğince Nadira'mın en iyi şekilde büyütüp, yetiştireceğime ve ülkemize hayırlı bir evlat olması için çabalayacağıma yemin ediyorum." Ve dediğini yaptı da... 1642 yılına gelindiğinde, Nadira 7 yaşındayken onu Mektepe gönderip okuma yazma öğrenmesini sağlamıştı. O vakitler mezun olanların sayısı bir elin parmaklarınca azmış. O parmakların arasına ilerleyen yıllarda Nadira da dahil olacaktı. Nadira zeki, yetenekli ve çalışkanmış. Birçok yönden yaşıtlarından üstün olduğunu daha ilk mektepteyken kanıtlamış. Üstelik kız olduğu halde yaşının çok üstünde bir güç ve cesarete sahipmiş Nadira. Ondaki bu özelikler değme babayiğitlerde yokmuş. O, bunu da yaşıtlarıyla oynadığı oyunlarında ispat etmiş. Çocukluk zamanlarında en çok cenk oyunlarını severdi Nadira. O yıllar Kırım Hanlığı'nın bitmek tükenmek bilmeyen savaş yıllarıydı. Askere gidenlerin çoğunluğu geri dönmüyordu. Dönenler ise bir uzvunu yitirerek savaş dışı kalanlardı. Yeni nesil çocuklar, bu gazilerden dinledikleri gerçek kahramanlık hikayeleriyle büyüyorlardı. Bu nedenle de oyunlarının pek çoğu vurdulu kırdılı savaş oyunlarıydı. Nadira da bu tür oyunları seviyor, başkalarına itibar etmiyordu. Bütün oyunların başkahramanı oydu. Grup oyunlarında hep komutan olurdu. Bu kendisinin değil, takım arkadaşlarının tercihiydi. Çünkü güç ve cesaret gerektiren bu oyunlarda onun üstüne yoktu. Oyun kararlaştırılıp da ekipler kurulurken, bir tartışma başlardı çocuklar arasında: - Nadira bizdendir. - Hayır, geçen sefer sizin taraftandı. - İyi ya işte. Eski dosttan düşman olur mu? O, bizim komutanımız. - Ama olmuyor ki! O zaman hep siz kazanıyorsunuz. - Öyleyse bire karşı iki... Nadira'ya karşılık bir kişi fazla olun siz. İki fazla, üç eksik fark etmezdi. Sonunda kazanan yine Nadira'nın savaşçıları olurdu. Zira oynanan oyunlar, gerçek savaşlarda olduğu gibi bilek ve yürek gücü gerektiriyordu. Örneğin "Kale bizim" adlı cenk oyununda olduğu gibi: Bunun için ağaçlık bir alan seçiliyordu. Ağaçların etrafı, büyük kayalarla örülüyordu. Kaleyi fethetmek için bu surlarda gedik açmak gerekiyordu. Tıpkı gerçek fetihlerde olduğu gibi. İki üç kişinin zor kaldırabildiği kayaları söküp atmak için bilek gücüne ihtiyaç vardı. Ancak gedik açabilmek için bu da yeterli değildi. Çünkü bir taraf bu zorlu uğraşı sürdürürken diğer tarafın askerleri buna engel olmaya çalışıyorlardı. Kaleyi savunanlar, tahtadan kılıç, kalkan, kalın ağaç dallarından mızrak, çubuktan ok atmak, kozalakları Humbara gibi fırlatmak veya sopaları tüfek ya da piştov gibi kullanarak kayaların üstünden saldıranları püskürtmek için her yolu deniyorlardı. Fetih ordusu için bir yandan bu tehlikeli saldırılara karşı koyarken bir yandan da surlarda gedik açmaya çalışmak bilek gücü kadar cesaret gerektiriyordu. Güç ve cesaret... İşte bu ikisi birden, Nadira'da fazlasıyla var olan niteliklerdendi. Birliğin komutanı en önce o ileri atılıyordu. Tek başına, hem kendisine yapılan saldırılara karşı korunmaya çalışıyor hem de koca koca kayaları tuttuğu gibi sağa sola savuruyordu. Yani beş altı kişilik taarruz birliğinde, bütün işin neredeyse yarısını Nadira üstleniyordu. Diğerleri ancak ona yardımcı oluyorlardı. Gedik açıldıktan sonra fetih kuvvetleri, kaleye giriyorlardı. Ama buz kez de şehrin sahipleri, ağaçlara yapışmış oluyorlardı. Onları, sarıldıkları ağaç gövdelerinden birer birer söküp yere yatırmak ve ellerini bağlayarak esir almak da büyük oranda komutana düşüyordu. Mahalledeki bu tip oynanan oyunlarda Nadira'nın paylaşılamaması işte bu sebeptendi. Onun bulunduğu taraf ister savunmada olsun ister taarruzda, mutlaka kazanıyordu. Çünkü Nadira yaşıtı olan kız arkadaşlarının hatta erkek çocuklarının bile hepsinden hem daha cesur hem de her birinden iki üç misli daha kuvvetliydi. Tarih 1651, Kırım Hanlığı'nda savaş yılları devam ediyordu. Askerlik çağına gelenler, kısa bir eğitimden sonra kendilerini, Avrupa'nın onca uzak diyarlarındaki cephelerde buluyorlardı. Nadira'da o zamanlar on altısında çocukluktan yeni çıkmış dünya güzeli genç bir kızdı. Mahalledeki evlenme vakti yaklaşan erkeklerin dilinden de gönlünden de düşmez olmuştu. Yüce meblağ, güç ve cesarette olduğu gibi yüz güzelliğinde de tekten yaratmıştı onu Akkirman'da. Nadira dillere destan bir esmer güzeliydi. Öyle bir güzel ki görenler ona gönlünü verip tutuluyordu. Onun suratını bir görenin bir daha unutması imkansızdı. Ama O, gözünü de gönlünü de kapatmıştı. Hayatta tek aşkı ve arzusu vardı, o da vatan savunmasına koşup kavuşmaktı. Askere gitmek için sabırsızlıkla gün sayıyordu. Nadira'daki sevinç ve heyecana karşılık onu evlatlık alan ailesinin içini bir keder bir korku sarmıştı. Ahmed Bey, iki gözü iki çeşme ağlıyor; sanki biricik kızına bir mesaj vermeye çalışıyordu: - Nadira'm... Gözümüzün nuru, tek evladımızsın. Nasıl kıyacaksın babacığınla annene? Nasıl sensiz bırakıpta gideceksin bizi? Biz nasıl kıyacağız sana da ölümün kucağına atacağız biricik ceylanımızı! - Güzel anam, güzel babam... Biliyorum, bana karşı çok yufkadır yüreğiniz... Tamam da bu kadar mı olur? Ne demek istiyorsunuz anlamıyorum ki... Askerlikten kaçmam mıdır isteğiniz? Sakın ha! Sakın! Bunu aklınızdan bile geçirmeyin. Ben Tatar değil miyim vatanım tehlikedeyken sizin dizinizin dibinde oturayım? Ben Müslüman değil miyim ki dinim benden savaş beklerken, ben sizin gözyaşlarınıza sığınayım? Ahmed Bey söze başlayacakken, birden Alsu Hanım araya girdi: - Nadira'm! Anasının kuzucuğu... Biz sana 'askerlikten kaç' demiyoruz ki... Sadece, 'henüz vakti değildir' diyoruz. Ailesinin umduğu gibi olur ve Nadira biraz yumuşar gibi olup sonrasında da yatışır. Ahmed Bey ve Alsu Hanım biricik kızlarını, gittiği gibi çabuk dönemeyeceği askerlikten şimdilik alıkoyabildikleri için mutluydu. Nadira babasıyla annesinin elini öptü. Ardından bir çocuk gibi Nadira'yı sarıp sarmalayarak bağırlarına bastılar. Uzun bir süre öylece kalakaldılar. Aradan birkaç yıl geçmişti... Nadira neredeyse tamamen büyüyüp serpilmiş ve genç bir kadın haline gelmişti ki erkek yaşıtları askere gitmeye başladı. Eskiden mahallede oyunlar oynadığı arkadaşlarının vatan için cepheye koşarken, kendisinin evde kalması çok zoruna gitmişti. Evi, sokağı, mahallesi; bütün bir Akkirman dar gelmeye başladı ona. Nihayet daha fazla dayanamadı. Bir gün babasına ve annesine haber vermeden gönüllü olarak askere gitmek için gerekli müracaatı yaptı. Elbette kadın olduğu için hemen kabul edilmedi başvurusu. Ancak Nadira'nın yiğitlikte ki namının, şimdiden bütün Akkirman çevresinin yöresi tarafından bilinmekteydi. Ve Kırım Hanlığı tarihine adını ilk kadın asker olarak altın harflerle yazdırmıştı Nadira. Kadın oluşu, onu askerlik görevinin dışında tuttuğu halde Nadira; vatanı için, milleti için, dini için cepheye koşmayı tercih etti. Tarih 23 Mart 1655.. Ayrılık günü, sabah namazından sonra Nadira, Ahmed Beyin karşısına oturdu. Ağlamadan, lafını bölmeden kendisini dinlemesini istedi ondan. Ahmed Bey İstemeyerek olsa da 'tamam' dedikten sonra Nadira gece Alsu Hanıma söylediklerini bu kez de ona söyledi: "Güzel babam... Bilirim ki dünyadaki her şeyden çok seversin beni. Kendi canından bile. Gözünden esirger, ayağıma diken batsın istemezsin. Ama babacığım... Sen beni düşünürken memleketin bağrına hançer dayanmış. Dilim dilim etmeye uğraşılmakta aziz vatanımız. Allah muhafaza, düşmanlarımız bu hain emellerine ulaşırsa ne olur, düşündün mü hiç? Ne olacak babacığım; geriye yaşayabilmek adına hiçbir şeyimiz kalmaz. Ülkemizin her bir dilimi, kapanın elinde kalır. Bizler halk olarak da her bir dilimde, her an yutulmaya hazır bir lokmadan başka bir şey olmayız. Vatan tehlikedeyse şerefimiz, namusumuz, hüriyetimiz, dinimiz, bütün varlığımız tehlikede demektir babacığım. Peki, kapımızda bunca tehlike varken hep yiğitliğiyle övündüğün kızın kendisini nasıl dört duvar arasına gizler. Hayır benim güzel babam. Senin kızın böylesine bir alçalmayı asla kabullenemez. Kabullenemediği içinde bugünden tezi yok vatan imdadına koşar. İzin ver, elini öpeyim, İzin ver, helallik dileyeyim." Ahmed Bey, Nadira'yı sözünü bitirene kadar, tek kelime etmeksizin sessizce dinledi. Kendini tutmaya çalıştı ama kızının son cümlesinden sonra daha fazla zaptedemedi gözyaşlarını, ağladı. Alsu Hanım, gece aynı şeyler kendisine söylenirken tek damla yaş dökmemişti. Nadira baktı ki anneside ağlıyor, daha fazla bir şey demedi. İki acı çeken yürek, gözyaşına verip uzun bir süre boşalttılar içlerindeki üzüntüleri... Daha sonra sildiler gözlerini. Ahmed Bey sıkı sıkı sarıldı biricik kızına... Bir bebeği sever gibi okşadı onun yüzünü. Biraz önce ağlayan kendisi değilmiş gibi yiğitçe bir ifade ile onay verdi Nadira'nın kararına: - Git Nadira'm... Biz seni bugünler için yetiştirdik. Madem vatan yardım bekler. Koş git hadi bir ceylan gibi. Hangi cepheye gideceksen. Gözün arkada kalmasın, bir de bizim için üzülmeyesin sakın. Bir damla göz yaşı yok artık sen dönünceye kadar. Bunları söylerken Alsu Hanım'â baktı. Onu da ortak etmek istedi verdiği söze: - Değil mi hatun? Ağlamak yok artık, değil mi? Alsu Hanım hiç düşünmeden aynı kararlılıkla cevap verdi: - Hayır bey, ağlamak yok artık. İnşallah, vatan kurtulup da Nadira döndüğünde ağlarım belki bir daha. Sevinçten ağlarım o zaman. Verilen sözler tutuldu. Nadira giderken babasıda anneside ağlayıp sızlanmadılar. Gözyaşlarını, yüreklerinde gizlediler. Dışarıya vermediler. Önce karşısında, sonra arkasında yolcu ettikleri Yiğit gibi yiğitçe ve dimdik durarak uğurladılar Nadira'yı vatanın o an için bilinmez bir cephesine. Nadira, üç aylık acemi eğitiminin ardından cephelerin en uzağına Çerkesk'e gönderildi. 'Nogay' bölgesindeki bir alaya katıldı. Katılır katılmaz da kendisini, Rus'lara karşı verilen savaşın içinde buldu. Nadira, 1655 yılında Nogay bölgesindeki birliğine katıldığında, Rus Çarlığı ile Kırım Hanlığı arasında çok şiddetli çarpışmalar yaşanıyordu. Nadira, Nogay'a vardığı andan itibaren, en tehlikeli çatışma bölgelerinde Rus'lara karşı savaşmaya başladı. Er olarak katılmıştı ilk birliğine Nadira. Sahip olduğu zeka, güç ve cesaret çok kısa bir sürede komutanlarının dikkatini çekti. O döneme göre mektep mezunu olarak tahsili de uygundu. Daha ilk aylarda katıldığı çarpışmalarda gösterdiği kahramanlıklar, ona tez zamanda başçavuşluk rütbesini kazandırdı. Birliğindeki erler, bütün komutanlardan daha çok onu seviyor, ona güveniyorlardı. Sadece erlerin değil komutanların da en güvendiği askerdi Nadira Başçavuş. En tehlikeli vazifeleri, hiç tereddüt etmeden ona veriyorlardı. O da üslendiği her görevde, kendisine duyulan güvenin hakkını layıkıyla veriyordu. Bir süre sonra adı, kendi birliği dışında da bilinir, söylenir hale geldi. Komutanlar, kendi erlerine ve çavuşlarına hep onu örnek gösteriyorlardı. 'Nadira Başçavuş' ismi, Nogay bölgesindeki bütün birliklerden hemen her gün bir bahaneyle anılır olmuştu... "Nadira Başçavuş gibi Yiğit..." "Nadira Başçavuş gibi yürekli..." "Nadira Başçavuş gibi vatanını seven..." "Amma, Nadira Başçavuş gibi akıllıca..." "Amma velakin, Nadira Başçavuş gibi işini bilir..." Bir gün, merkez karargahtaki bir toplantıda alay komutanlarından birisi, bir başka albaya sordu: - Albayım, sizin alayda Nadira isminde kadın bir başçavuş varmış. Nasıl bir Yiğit, nasıl bir kahramandır ki bizim birliklerde bile övülür olmuş. Sorunun muhatabı olan komutan, gururla gülümsedi: - Emin olun, ben bugüne kadar böylesini görmedim. En tehlikeli vazifelere gözünü kırpmadan atılıyor. Mükemmel bir askerin bütün özelliklerine sahip: Kuvvetli, zeki, cesur, atak... Ayrıca çok da güzel. Ne demek lazım gelir bilmem ki... Yerine göre kurt... Yerine göre ceylan. İşte o gün, Alay Komutanı'nın onu tanımlamak için dillendirdiği o sıfat nasıl olduysa kısa sürede, 'Nadira Başçavuş' isminin yerini aldı. O günden sonra Nadira, 'Ceylan' olup bütün birliklerde bu namıyla koşturdu. Kişiliğine uygun 'han'lıkla da birleşen 'Ceylan' adı, birkaç hafta içinde bütün Cerkesk ellerine yayıldı. Bu şanlı isim, her gün bir başka kahramanlığın öznesi oldu: "Ceylan Han, bir manga düşmanın içine dalmış." "Ceylan Han, on eriyle bir takım düşmanı önüne katmış." "Ceylan Han, bir bölük düşmana tek adım attırmamış." "Ceylan Han, tek başına düşman cephaneliğini havaya uçurmuş." "Ceylan Han, namını Ruslarada ezberletmiş." Ceylan Han, sadece kendi alayında değil Nogay bölgesindeki bütün birlikler içinde en namlı kahramandı. Elbette alaydaki tek kahraman da o değildi. Ceylan Han kadar değilse de daha nice Yiğit'ler, kahramanlar mevcuttu birliklerde. Öyle ki düşmanın o alayla baş edebilmesi için Tatar alayındaki asker sayısının birkaç katı bir kuvvetle karşı çıkması gerekiyordu. Ruslar sonunda anladı ki Kırım Hanlığı Ordusunu Çerkesk'ten çıkarabilmek için önce bu alayın bertaraf edilmesi lazım. Bu anlayışla planlar yapıldı. Bölgedeki ordularına çok büyük para ve silah takviyesi yaptılar. Ve bir gün, ağır silahlara sahip çok kalabalık bir Rus Çarlığı birliği tarafından Tatar Alayı kuşatıldı. Alay'ın bulunduğu Kızılyar Kalesi'nin dört bir tarafını çevreleyen kuşatmada, iğne deliği kadar bir geçit bırakılmamıştı. Bütün ikmal yolları kesilmişti. Ne Alay'dan bir kişi dışarı çıkabiliyor, ne Alay'a bir tek ekmek girebiliyordu. Bu amansız sarma aylarca sürdü. Rus Çarlığı'nın amacı belliydi: Tatar askerini, dar bir alana aç susuz hapsederek teslime zorlamak. Tatar komutanlar ise bir ümit, kendilerine yardım gelmesini bekliyorlardı. Ama ne yardım gelebildi ne de kuşatma kalktı. Tam tersine, yeni gelen Rus askerleriyle, kuşatma daha da güçlendirildi. Çevirme süresince zaman zaman, kısmı olarak yarma harekatına girişildiyse de başarılı olunamadı. Alay Komutanı bütün alayı tehlikeye atmamak için topyekün bir harekatı göze alamıyordu. Birkaç bölükten oluşan harekat birlikleri de çok kalabalık Rus askerleri tarafından geri püskürtülüyordu. Bu harekatların birine kahraman Alay Komutanı da katılmış ve maalesef şehit edilmişti. Gün geldi, Kale'de tek öğünlük yiyecek kalmadı. Herhangi bir yardım konusunda da bütün ümitler tükendi. Kale'nin komutası, vekaleten en kıdemli tabur komutanındaydı. Onun başkanlığında bir toplantı düzenlendi. Şiddetli tartışmaların yaşandığı toplantıda, çoğunluğun fikri doğrultusunda başka çare kalmadığı kabullenilerek teslim kararı alındı. Karar, toplantının hemen ardından askerlere duyuruldu. Ertesi sabah kalenin burcuna beyaz bayrak çekilecekti. Bu kararı duyan Başçavuş Ceylan, öfkeden deliye döndü. Vuruşmadan, savaşmadan teslim olmak da neyin nesiydi? Bir Tatar, alayı için bu olacak ismiydi? Derhal kemerini kuşandı. Tüfeğiyle kılıcını eline alıp yüksekçe bir yere çıktı. Onu gören birçok asker hemen etrafında toplandı. Ceylan Han, şimşek gibi parıldayan bakışlarını, kendisini dinleyen askerlerin üzerinde gezdirerek çoşkulu, Yiğit'lik ve kahramanlık içeren ama oldukça kısa bir konuşma yaptı: "Yiğit'lerim, gazilerim! Bildiğiniz üzere komutanlarımız, bizlerin fikrini bile almadan Kale'mizin, şanlı Alay'ımızın teslimine karar vermişlerdir. Biliyorum ki teslimiyet de zorunlu hallerde savaşların bir gerçeği, duruma göre doğal sayılabilecek bir neticesidir. Ancak Tatar askeri savaşmadan, bütün gücünü ortaya koyup tamamıyla tüketmeden teslim olmaz. Biz henüz bunu yapmadık. Kızılyar kahramanları için henüz teslim şartları oluşmamıştır... Şimdi... Ben tek başıma da kalsam, bu talihsiz kararı kabul etmiyorum. Yarın, peşimden bir tek kişi gelmese bile tek başıma da olsam, düşmanların üzerine yürüyeceğim. Şanımla, şerefimle şehit olacağım. Ama Rus Çarlığı'na asla teslim olmayacağım... Benimle aynı düşüncede olan varsa peşimden gelir... Yoksa da canınız sağ olsun... Hakkınızı helal edin." Konuşması biter bitmez, çıktığı yükseltiden atlayıp kararlı, sert adımlarla kararğaha yöneldi. Onu dinleyenlerin bir kısmı, ne yapmaları gerektiği konusunda kararsız kalmıştı. Ama yaklaşık yüz kadar vatansever kahraman, hiç düşünmeksizin Ceylan Han'ın peşine takıldı. Ceylan Han, Kararğah'a varır varmaz Komutan'ın huzuruna çıktı. Aldığı kararı Alay komutanlığına vakalet eden Yarbay'a da bildirdi. Bu arada Yarbay, pencere önündeydi. Dışarıda toplanan öfkeli ve çoşkulu kalabalığı gördü. Ceylan Han'a dönerek: - Nedir şimdi bu? İsyan mı çıkarmaya çalışıyorsun? Ceylan Han, öfkesini gizleyemediği bir ses tonuyla: - Hayır komutanım. Sadece böylesi önemli bir konuda askerlerin de fikri alınsın istiyorum. Eğer karar değişmezse de şahsi kararımı bildiriyorum. Tek başıma da kalsam teslim olmayı kabul etmiyorum. Düşmanlara teslim olmaktansa vatanım için şehit olmayı tercih ediyorum. Bu da benim kararım. Elbette Alay'la ilgili son kararı siz vereceksiniz. Ama bilmenizi isterim ki beni şehit olmaktan alıkoyamayacaksınız. Bu büyük vatanseverlik ve kahramanlık karşısında, Yarbay önce ne karar vereceğini bilemedi. Sonra tabur komutanlarını yeniden toplantıya çağırdı. Durumu açıkladı: "Bence Ceylan doğru söylüyor. Askerlerin de fikrini almak lazım." Bu iş uzun sürmedi. Alay'daki bütün askerler, neredeyse sözbirliği, oybirliğiyle Ceylan Han'ın fikrini destekleyip vatan için şehit olmaya hazır olduklarını bildirdiler. Bunun üzerine Kararğah'ın kararı da değişti. Neye mal olursa olsun, teslim olunmayacaktı. Kuşatmayı yarmak için ertesi gün hava aydınlanmadan harekete geçilecekti. Gece boyunca, komuta kademesinde kimse gözünü kırpmadı. Planın gerektirdiği bütün hazırlıklar tamamlandı. Sabaha epeyce bir vakit varken Kale kapıları açıldı. Gecenin zifiri karanlığından da faydalanılarak, Rus'lara fark ettirilmeden Kale dışındaki uygun yerlerde siperlere yatıldı. Güneş doğmaya başlamadan bütün birlikler aynı anda hücuma geçti. Rus askerler, uykuda gafil avlanmıştı. Böyle bir harekatı hiç beklemiyorlardı. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte, Kale'ye buyur edileceklerini sanıyorlardı. Birdenbire yeri ğöğü saran "Allah Allah!" nidalarıyla neye uğradıklarını şaşırarak uykularından fırladılar. Onlar ne olup bittiğini anlayana kadar Tatar aslanları, düşman mevzilerine ulaşmıştı. Hücüm hattının en önünde Ceylan Han vardı. Bir yandan tabancasını diğer yandan kılıcını kullanarak birer ikişer karşısına çıkan Rus'ları yere seriyor, sesinin yettiğince de haykırıyordu: "Haydi aslanlarım! Haydi Yiğit'lerim! Vurun vatan aşkına; Tatarlık için vurun! Vurun Allah aşkına, dinimiz hakkı için vurun!" Harekat beklenenden kolay olmuş, beklenenden kısa sürmüştü. İnanılmaz bir zafer kazanılmıştı. Aşılmaz sanılan kuşatma, birkaç yerinden yarılmış, genel planda belirlenen güvenli bölgeye ulaşılmıştı. Bu zaferden sonra olayı bütün ayrıntılarıyla öğrenen Çerkesk'teki Kırım Hanlığı Ordusu'nun Başkomutanı, Ceylan Han'ı huzuruna getirtti. Önce layık olduğu övgülerle ödüllendirdi onu. Alnından öptü. Sonra da bu korkusuz kahramanı subaylığa terfi ettirdi. Nadira Başçavuş, namıdiğer Ceylan Han; Kırım Hanlığı Ordusu'nda artık ünlü bir teğmen idi. Akkirman'da eylül sonu. Gün daha batmamış ancak hava kararmaya yüz tutmuş. Gökyüzü bulutlarla kaplı. Yağmur her an inmek üzere. Ağaçlarda yaprak kalmamış. Bir önceki gün sabahtan akşama kadar hiç hız kesmeyen rüzgar, bütün dalları vurup kırmış. Yaprakların hepsi kopmuş uçarak savrulmuş. Ağaçların dalları çırılçıplak kalmış. Toprak bile kararmış. Yer yer küf sarısı... Kokusu bile sanki küf gibi. Akkirman da bütün bir memleketin hali gibi ne havasında ümit var ne bağında bahçesinde... Tıpkı insanlarında olduğu gibi... Çerkesk'e de çok asker gitmiş Akkirman'dan. Geri dönmelerinden ümitler kesilmiş. Ceylan Han'ın Akkirman'daki evinde de aynı hüzün havası... Alsu Hanım, pencere önündeki divana oturmuş... Bahçe demeye bin şahit ister o çöplüğe dikmiş üzgün bakışlarını. Dalıp gitmiş uzaklara. Patladı patlayacak derken, duvarları sarsan bir gürültüyle kükredi gökyüzü. Hemen arkasından da bardaktan boşanırcasına bir yağmur. Sanki gökyüzü Alsu Hanım'ın haline ağlıyordu. Ama o hala ağlayamaz. Çünkü kızına verdiği söze sadık hala... Onca hasrete, ıstıraba rahmen sadece bir damla gözyaşı iniyor yanaklarından. Aklı yağmurda... Gökyüzünün kükremesiyle beraber boşalan yağmur için 'böylesini görmediğini' düşünmüştü bir an... O an ile sınırlı kaldı yavrusundan başka bir şeyle meşgul olması zihninin... Gökyüzüne baktı sonra yağmurla beraber yine, küf kokulu toprağa indi gözleri. Toprak da görünmez olmuştu şimdi. Bir bulanık, bir kirli gölcük vardı artık görüş alanında. Kirli bulanık suda çırpınan küflü, çürük yapraklarda donuklaştı bakışları yeniden. Bir ara omuzlarında yumuşacık bir dokunuş hissetti. Yavaşça dönüp geriye baktı. Ahmed Bey, omuz başında durmuş, gözlerinin içine bakıyordu. O şefkatli ellerden biri, omzundan yüzüne kaydı Alsu Hanım'ın. Sanki korkulu bir fısıltıyla, adeta yalvardı hanımına Ahmed Bey: - Yeter artık kendini harap ettiğin! İstersen öde kefaretini, boz ettiğin yemini. Kızına verdiğin sözden dön istersen... Ağla dilediğince, boşalt içindeki bu amansız zehri... Ben artık senin bu haline dayanamıyorum. Alsu Hanım, bu sözler üzerine bağırıp haykırmadı ama gözlerinden yanaklarına ılıcacık süzülen birkaç damia yaşa da engel olamadı. Ahmed Bey'e sarıldı. - Peki bey, sen üzülme yeter ki. Ben artık sessiz sedasız beklerim Nadira'mın yolunu... Kızılyar Kalesi'ndeki savaştan sonra Çerkesk'teki Nogay bölgesinde yer alan bazı birlikler başka cephelere sevk edilmek üzere Bahçesaray'a gönderildi. Başkent'e giden askerler yeni cepheye sevk edilmeden önce, kendilerine verilen kısa süreli izinlerle, memleketlerine gitmişlerdi. Bu imkan kendisine de tanındığı halde Ceylan Han, Akkirman'a gitmek istemiyordu. Sevdikleri gözünde tütmesine rağmen O, vatanı için tekrar savaşa koşmayı tercih ediyordu. Ancak Ceylan Han, komutanlarının emir niteliğindeki ısrarlarına karşı koyamayarak, kısa süreli bir izinle Akkirman'a 1656 yılında geldi. O gelmeden önce, bileği ve yüreğiyle yazdığı kahramanlık hikayeleri, memleketine çok evvelden ulaşmıştı. Akkirman, bağrından çıkardığı bu efsanevi kahramanı, layık olduğu üzere büyük bir sevgi ve saygıyla kucakladı. Onun geldiğini duyan herkes, Ceylan Han'ın evine koştu. Ceylan Han, Akkirman'da sadece on gün kalabildi. Bu süre boyunca, evi tam bir bayram yeriydi. Ahmed Bey'in ve Alsu Hanım'ın hayatlarındaki en uzun ve en mutlu bayram oldu bu... Yaklaşık on altı ay aralıksız süren acılar unutuldu Ceylan Han'ın evinde. Ama ona olan hasreti bitirmek için çok yetersiz kalmıştı on gün... Babacığı da Anacığı da ona doyamadan veda vakti geldi. Çünkü Ceylan Han da bütün varlığıyla vatan için savaşmanın haz ve şerefine doyamamıştı. Hayatındaki her şeyden, hatta kendi canından bile çok daha değerli ükesinin, ona herkesten çok ihtiyacı vardı. Ahmed Bey'den de Alsu Hanım'dan da daha çok... Şevk ve heyecanla yeni cephesine koştu Ceylan Han. Kendisine gösterilen sevginin karşılığı olarak her katıldığı muharebeden yeni kahramanlık hikayeleri hediye etti sevgili Akkirman'nına...
Back to Blog
BÖLÜM 1
KÖPEK BALIĞI AVI Tarih 4 Temmuz 1794 günü, güzel yatım Holstin ile denizin dalgaları üzerinde son hızla ilerliyorduk. Benim adım Frederick William, Prusya'nın ileri gelen soylularından biriyim. Gemide benimle birlikte seyahat eden eşim Leydi Elena ve kuzeni Lord Antoni Sapieha de vardı. Gdanks'a dönmekteydik. Tam bu sıralarda tayfalarımdan gözcülük yapanlar, peşimizden iri bir balığın geldiğini haber verdi. Bu, iri bir çekiç balığıydı. Köpek balıklarının en yırtıcı türlerinden biriydi. Hayvanın avlanmasına karar verdik ve iş de kolayca başarıldı. Güverteye alıp karnını yardık. Midesinde neler olduğunu merak ediyorduk. Bu çeşit yırtıcı hayvanlar, önlerine ne gelirse yuttuklarından karınlarından genellikle ilgi çekici şeyler çıkardı. Fakat bu köpek balığı uzun zamandır bir şey yememiş olmalıydı ki, midesinin içi bomboştu. Ancak bağırsaklarında kaya parçasına benzer bir şey gözüme ilişmişti: - Bir şişe! Diye bağırdım sonra devam ettim. - Denizde bulunan şişelerden çoğu zaman önemli belgeler çıkar. Şimdi bunu bir güzel yıkayıp getirin. Bir şampanya şişesine benziyordu. Üzeri adeta taştan kabuk bağlamıştı. Tıpası da çürümüştü. - Şayet içinde kağıt varsa, muhtemelen okunmaz hale gelmiştir. Dedi Lord Antoni Sapieha. Haklıydı. Şişenin içinde bir takım kağıtlar vardı. Onları yırtmadan çıkarmak için, şişenin boynunu kırdım, usulca çıkardım. Birbirine yapışmış, yazıları yarı yarıya silinmiş üç kağıt parçası çıktı içinden. Biri Almanca, biri Fransızca, üçüncüsü İngilizce olarak yazılmıştı. Hepsinin kapsamı aynı olmalıydı. Silinen yazıların eksiğini tamamlamaya çalıştık. Sonunda, üç kağıttaki yazılar birleştirilince ortaya bir belge çıkmıştı. " 2 Haziran 1792 günü, Gdanks'a bağlı üç direkli Prusya gemisi, güney yarımküresinde, Koszalin kıyılarında batmıştır. İki tayfa ile kaptan Fran, kıtaya çıkmaya çalışacaklar ve orada hain yerlilerin tutsağı olacaklardır. Onlara yardıma gelmezseniz mahvolacaklar. Bu belge 81 derece boylam ve 47 derece 21 dakika enlem dairesinden denize atılmıştır." Holstin'deki geçmiş gemicilik dergilerini karıştırdığımda Prusya gemisinin 25 Mayıs 1792 günü, İnsterburg'da Memelburg limanından ayrıldığını öğrendim. Kaptan Fran ise, herkes tanınan yiğit bir gemiciydi. Hemen Knigsberg'e giderek Amirallikte gereken girişimlerde bulunmaya karar verdim. Yola çıkmadan önce de, ülkenin iki ünlü gazetesine, şöyle bir ilan vermeyi unutmadım: "Gdanks limanına bağlı üç direkli Prusya gemisi ile kaptan Fran konusunda bilgi edinmek isteyenlerin Prusya'da Goldingen kontluğunda Windawa Şatosunda Lord Frederick'e başvurmaları rica olunur." 1761 yılında doğdum. 33 yaşında, uzun boylu biriyim. Çevremde tatlı bakışlı, sonra derece nazik ve mert bir adam olduğum söylenir. Her zaman zenginliğim oranında iyi kalpli, eliaçık bir kişi olmaya çalışmışımdır. Tayfam tarafından çok sevilirim. Eşim ile evleneli daha iki ay olmuştu. Elena 1773 doğumluydu. Aramızda 12 yaş fark olmasına rağmen bununla ilgili şu ana kadar insanların eleştirileri dışında hiçbir sıkıntı yaşamamıştık. Ünlü bir çoğrafyacının kızıydı. Ancak babası yeni yerler keşfetmeyi severdi ve son yolculuklarının birinde denizde kaybolmuştu. Knigsberg'de olduğum bir günün akşamı, şatonun kahyası eşim Leydi Elena'ya biri kız diğeri erkek iki çocuğun onu görmek istediklerini haber verdi. Çocukların kardeş oldukları ilk bakışta anlaşılıyordu. Kız on dokuz yaşlarındaydı, güzel yüzünden, uzun süredir ağladığı, acı çektiği belli oluyordu. Elinden tuttuğu erkek kardeşi ise on birinde vardı ve korkusuz bakışlarıyla, ablasını himayesine aldığını göstermek istiyor gibiydi. Genç kız, gazetede okudukları ilan üzerine geldiklerini ve Kaptan Fran'ın çocukları olduklarını söyledi. Ve ardından yalvardı: - Madam, ne olur, anlatın bize, babamız yaşıyor mu? Onu yeniden görebilecek miyiz? Kaza hakkında neler biliyorsunuz, lütfen söyleyin.! Elena karşılık verdi: - Sevgili çocuğum, sizi boşu boşuna umutlandırmak istemem. Tanrı'nın yardımıyla umarım bir gün kavuşursunuz babanıza... Ve eşim bildiklerini başından sonuna dek anlattı. Çocuklar belgeleri, babalarının el yazısını görmek istediler. Ama o sırada kağıtlar, benim elimdeydi. Elena, çocukları bırakmadı, şatoda konuk olarak kalmalarını rica etti. Bu arada onların hikayelerini dinledi. Anneleri, küçük kardeşi Glan'ı dünyaya getirdikten kısa bir süre sonra vefat etmiş. Onları babalarının iyi kalpli ablası büyütmüş. Kaptan Fran son yolculuğa çıktığında da her zaman ki gibi onları ablasının yanına bırakmış. Ella ile Glan o günden sonra bir daha babalarından haber alamamışlardı. Bu arada akrabaları olan kadının da ölmesiyle iki çocuk yapayalnız kalmışlar. Çocuklar o zamandan beri sıkıntı ve yokluk içinde yaşıyorlarmış. Eşim Ella ile Glan'ın yaşadıklarını duyduktan sonra çok duygulanmıştı. Bütün gece gözüne uyku girmemiş. Ertesi gün ise ben Knigsberg'ten dönecektim ve getireceğim haberler önemliydi. Sabahleyin at arabası sesini duyar duymaz eşim avluya, beni karşılamaya çıktı. - William ne oldu.? - Ne olacak Elena'cığım, bu adamlarda hiç merhamet falan kalmamış. Gemi vermeye yanaşmadılar! Sözde belgeler anlaşılmaz bir biçimde yazılmışmış, boş yere para harcayamazlarmış. Üç adamı bulmak için bütün deniz karış karış taranamazmış! Anlayacağın yardıma yanaşmadılar. Söylediklerimin üzerine Ella kendini tutamadı bağırdı: - Babacığım, zavallı babacığım. Şaşırmıştım ancak karımdan olayın içyüzünü öğrenince şaşkınlığımın yerini üzüntü almıştı. Elena bana dönerek: - William, bu mektubun elimize geçmesi Tanrı'nın işi. Demek ki bu zavallıları kurtarma görevini bize vermek istemiş. Holstin iyi bir gemi. Güney denizlerine pekala dayanır. Gidelim ve biz arayalım Kaptan Fran'ı. Kaptan'ın yardımına koşmak benim de aklıma gelmişti. Ve bu konuda karım tarafından böyle desteklenmek beni memnun etmişti. Artık boşa geçirecek bir saatimiz bile yoktu. Hemen hazırlıklara girişmeye karar verdik. Kaptan Lynn Schmidt hemen kolları sıvadı. İlk iş, ambarları genişletmekti. Kiler iki yıl boyunca yetecek kadar dolduruldu. Yolculuk boyunca nelerle karşılaşacağımızı bilemiyorduk. Lynn Schmidt otuz sekiz yaşında, soğuk kanlı, çalışkan ve usta bir denizciydi. Bana candan bağlıydı. İkinci kaptanımız Jon Erec de, on beş kişilik mürettebat içindeki aynı derecede güvenilir gemicilerden biriydi. Yolcular arasında Lord Antoni Sapieha'da unutmamak gerek. Antoni otuzaltı yaşında, sessiz, sakin ve yumuşak bir adamdı. Babamın abisinin oğlu olduğu için Windawa şatosunda birlikte otururduk. Kaptan Fran'ın çocukları Ella ve Glan , yatın baş kamarotu Bay Hanric ile eşim Leydi Elena'nın hizmetini gören Bayan Nina da diğer önemli yolculardı. 7 Ağustos akşamı, kilisede bir ayin düzenledik. Yolculuğun iyi geçmesi ve amacına ulaşması için yüce İsa'ya dualar ettik. Ertesi gün, sabahın altısında Okyanusa açıldık...
Back to Blog
"Bir insan, olduğundan daha büyük bir şeyin larva halinden başka bir şey değildir ve gerçek potansiyellerine erişebilmeleri için biçimlendirilmeleri gerekir."
Back to Blog
İnkarcılar - Fantastik Kurgu1/20/2022 1. Bölüm
Her şey çok kötü bir şekilde sarpa sardı. Kervan soygunu için yaptığım alelacele planlar hiç beklediğimiz gibi gelişmemişti. Öncelikle Anders ile beklediğimiz şey içerisi inkârcı büyücüler ile dolu, siyah bir araba değildi. Daha da kötüsü bu lanetli arabaya, gözleri gün ışığıyla kamaşan onlarca tapınakçı muhafızının eşlik etmesiydi. İkincisi, Anders ile kaçabileceğimiz hiçbir yer de yoktu. Üzerinde durduğumuz taş çıkıntıdan Denerim’e uzanan tek güzergâh, alt taraftaki toprak yoldu. Bu gri kaya parçasının yola uzamaması gibi, yol da sonsuz büyüklükteymiş gibi görünen turkuaz denize uzanıyordu. Sert dalgalarla ve onlardan daha da sert rüzgârla dövülmüş yetmiş metrelik bir tepeydi. Üçüncüsü ve asıl can yakıcı olanı da büyücü avcılarının, kurduğumuz tuzağın yani yere gömdüğümüz patlayıcıların üzerinden geçtikleri sırada meydana gelecek patlamadan sonra bulunduğumuz tepenin her yerini didik didik arayacak olmalarıydı. Dürbünü heyecanla indirdim, “Yaratıcı’nın gelini adına Anders! Her sırada dört muhafız var. Sekiz kere dört, on beş, on altı, on yedi…” yüzümü buruşturdum ardından sakin bir şekilde, “Otuz iki kişiler,” dedim. “Demek Jowan, silahlı, otuz iki lanet tapınakçı muhafız şu an kurduğumuz tuzağı doğru ilerliyor?” dedikten sonra Anders, kahverengi pelerininin başlığını geri atıp başını sallamakla yetindi. Yeni doğmakta olan güneş Anders’ın yüzünde parlıyordu. Anders ile tamamen farklı insanlardık. Benim saçlarım gece karasıyken, onun saçları buğday sarısıydı. Ben esmerken o beyaz tenliydi. Benim gözlerim maviydi, onunkiler elaydı. Aynı zamanda karakter olarak görünüşümüz gibi çok zıttık birbirimize. Anders dürbünü elimden alırken ela gözlerini kaldırıp, “Sana söylemiştim demekten nefret ediyorum,” dedi. “Öyleyse söyleme o zaman,” dedim. “Ancak,” dedi Anders, “Geçen gece sana söyledikleri bir yalandan ibaretti. Basit bir kart oyunuyla hiç mi hiç ilgilenmiyordu.” Anders, eldivenli parmaklarının ikisiyle yolu işaret edip, “Bu sabah kuzeydeki anayoldan kenti terk etmediğine eminim,” dedi. Üçüncü parmağını da kaldırdı. “Ve bence adı Isolde bile değildi,” dedi. Isolde. Bu doğruysa o güzel dolandırıcıyı bulduğum zaman, o yüzündeki her kemiği tek tek kıracaktı. Kafamı bir ah çekerek taşa vurdum. Paramı da ona kaptırmıştım hem de hepsini. Bir gece önce, hem kendimin hem de Anders’ın tüm birikimini ortaya koymuştum. Başlangıçta hiç de fena gibi gitmiyordum. Ayrıca Denerim şehrindeki kart oyununda tek turda kazandığımız en yüksek bahis, kendimize ait bir ev satın almamıza da yetiyordu. Kokuşmuş hanların çatı katlarından kurtulabilecektik. Ne var ki, kaderimizde yoktu demek ki. Oyunun düzenlendiği zengin mekâna girmem yasaktı. Arkadaşım Anders yanımda olmayınca hata yapmaya da daha açık hale gelmiştim. Özellikle çenesi kuvvetli çekici, havalı bir kadından gelen iltifatlardan dolayı hata yapmamak imkansız olmuştu benim için. Dolandırıcı kadının kazandığım altınları kasadan tahsil ederken, koluma girip dudaklarıma ateşli ilk öpücüğü kondurduğunda beni kandırdığını hiç hissetmemiştim. Topuklarımı kaldırırken taşa vurup,” Bir daha asla kumar oynamayacağım,” diye yemin ettim.” Ve asla flört etmeyeceğim.” Anders, “Tabanları yağlayacaksak eğer bunu tapınakçılar tuzaklarımıza yaklaşmadan önce yapmalıyız,” diyerek benim daldığım düşüncelerimi böldü. Yaklaşan tapınakçılara dürbünüyle bakan Anders’e dönüp,” Gerçekten mi?” dedim. Rüzgâr Anders’ın uzun saçlarından bir tutamını havalandırdı. Uzakta bir martı ise bu sırada iğrenç bir cıyaklama sesiyle bağırdı. Martılardan nefret ederdim, her zaman başıma pisliyorlardı. Anders, “Tapınakçıların sayıları artıyor” diye mırıldandı. Dalgalar sanki kelimelerini boğuyordu. Fakat sonra daha sesli bir şekilde, “Kuzeyden yirmi kişi daha geliyor,” dedi. Bir an için nefesim kesilir gibi oldu. Arabayı koruyan otuz iki tapınaklıyı bir şekilde baş edebilsek bile, diğer yirmi tapınakçı kaçmaya fırsat bulamadan bizi enselerlerdi. Ciğerlerim o güzel dolandırıcıdan öç alma düşüncesiyle birlikte havayla doluyordu. Beraberinde içimden ise bildiğim bütün bedduaları saydırıyordum. Fakat şimdi bu düşüncelerin hiç sırası da değildi çünkü çevremiz onlarca büyücü avcısı tarafından sarılmak üzereydi…
Back to Blog
RUNE - Fantastik Kurgu7/24/2021 Giriş Bölümü
"Rune, Henüz bir haber yok... Elimdeki her kaynağı kullandım ve hala ebeveynlerinden bir ize rastlayamadım. Kim olurlarsa olsunlar, kendilerini tarihten tamamen silmiş gibiler sanki. Kaynaklarımın kaliteside düşünüldüğünde bu oldukça büyük bir başarı onlar için. Başka bir şey bulursam, seninle iletişim kuracağımdan emin olabilirsin. İmza Athel Newberry" Ve işte benim adım Rune ve ben gerçek ailemi hiç tanımadım. İsmim hakkında ne düşündüğünüzü biliyorum. Biraz tuhaf evet... Baba dediğim adam ise küçük bir bebekken beni Skyrim'in başkenti Issızkent şehri açıklarında batan bir geminin enkazından kurtarmış bir balıkçıydı. Üzerimde bulduğu tek şey tuhaf şekillerin işlendiği küçük ve pürüzsüz bir taştı. Beni büyütüp, ismimi bana o adam verdi. Sanırım uygun olduğunu düşündü. Ben de hiç değiştirmedim çünkü doğru gelmedi. Hırsızlıktan kazandığım tüm parayı taşın anlamını öğrenmek için harcadım. Kışhisar Koleji'ne götürdüm. Fakat ne yazık ki kimse sırrını çözemedi. Belki saçma bir şeydi. Canı sıkılan biri taşı öylesine karalayıvermişti. Ama gerçekten bir anlamı varsa nereden geldiğimi, hangi gemide olduğumu, her şeyi açıklayabilirdi. Pes etmedim ve Loncada ki bağlantılarımdan olan Athel Newberry'e ulaşıp bu konuda yardımını istedim. Kabul etti ancak kısa bir süre sonra o da ailemle ilgili bir ize rastlamadığını yazdı. Bu bardağı taşıran son damla oldu. Ardından hemen Brynjolf'la görüşüp bir süreliğine kişisel işlerim nedeniyle Loncadan ayrılmam gerektiğini söyledim. Şükür ki Brynjolf, Mercer'in aksine anlayışlı bir liderdi. İzin vermişti. Ve bu işte yalnızda değildim. Loncada iyi anlaştığım arkadaşlarımda bana yardım etmeyi kabul ettiler. Etienne Rarnis, Niruin ve Hızlı Vipir. Onların desteği olmadan bu tehlikeli yolculuğa çıkamazdım. Aileme ne olduğunu öğrenmeden rahatlamam imkânsızdı. Öz anne ve baba özlemim yüreğimi yakıyordu. Benim adım Rune ve bu benim hikâyem... 1. Bölüm Kavuşma Uzun bir ayrılıktan sonra eski bir dostla kavuşmak kadar büyük bir mutluluk olabilir miydi? Manevi babamdan uzakta tam 6 yıldan fazla geçirmiştim. Bu süre boyunca ne ben ondan bir haber alabilmiştim ne de o benden. Aklımda ona sormak istediğim birçok soru ve anlatmak istediğim sayısız şey vardı. Her nedense onu görür görmez dilim tutuldu, sesim kısıldı ve gözlerim yaşlarla doldu. Ne soru soracak ne de bir şey anlatacak durumdaydım. Herhalde o da aynı duygu yoğunluğundaydı ki ağzını bıçak açmıyordu. Hasret dolu bir kucaklaşma, yanaklara öpücükler ve üzerlerinden akıp yere süzülen gözyaşı damlaları... Ardından derin bir sessizlik. Babam dakikalar sonra konuşacak gücü kendinde bulabilmişti. Balıkçı: Aileni... Biliyordum ne diyeceğini. Sanki duymak istemiyordum. Sorusunu sormasına fırsat vermeyip böldüm. Ve cevapladım. Rune: Hayır. Belirttiğim gerçek o an canımı çok acıttı. Bunun ötesinde bir şey söylemeye dilim varmadı. O sırada ilk defa gördüğüm bir kadın, mutfaktan yemek hazırlamak içinmiş gibi elindeki tencereyle çıkıp yakınımızda durdu. Babam cevabımı duyduktan sona titrek bir sesle sözüne devam etti. Balıkçı: Üzgünüm oğlum. Keşke bu konuda yapabileceğim bir şeyler olsaydı. Tam aksine kendimden emin bir ifadeyle karşılık vermeye çalıştım. Rune: Merak etme, onları bulacağım. Kestirip atmak istedim ama babamın kalbini de kırmak istemiyordum. Sıkıntılı halimi gizlemek için yapmacık bir gülümseme yavaş yavaş yüzüme yayıldı. Bizi izleyen kadın babamın aksine rahatsız olduğumu fark etmiş olacak ki lafı değiştirmek istercesine konuşmaya başladı. Kadın: Her neyse Ronlo, çocuğun üstüne gitme bu kadar. Bak üzülüyor görmüyor musun? Ve utanmıyor musun? Ağaç oldum burada! Neden hala bizi tanıştırmadın? Ronlo: Ah! Kusura bakma evladım. Daldım işte. Yılda'nın yanımıza geldiğini bile fark etmemişim. Bu karım Yılda. Bu da sana daha önce bahsettiğim öz çocuğum gibi sevip yetiştirdiğim Rune. Rune: Memnun oldum efendim. Sizin adınıza sevindim. Peki, ne zaman evlendiniz? Son hatırladığımda babam bekârdı. Ronlo: Beş yıl kadar oldu. Hatta küçük bir kızımız dünyaya geldi. 4,5 yaşında ve sokakta arkadaşlarıyla oynuyor şu an. Akşama eve gelince görürsün. Rune: Bir kardeşim mi var? Çok mutlu oldum gerçekten! Yılda: Bizde senin gelmene çok sevindik. Seni görünce çok sevecek Ridya. Benim kızım tatlı olduğu kadarda iyidir. Ronlo: Şimdi. Söyle bize Rune, onca sene sonra hangi rüzgâr attı seni buraya? Bu arada görmeyeli pek boy atmışsın, kalıplanmışsın koca adam olmuşsun be! Rune: Sağ ol. Yediğime ve içtiğime dikkat ettim. Ailemi bulmak için bir yolculuğa çıkıyorum. Uzun bir süre Skyrim'in diyarlarını gezeceğim. Bu yüzden son kez seni görmek istedim. Ronlo: Çok iyi yapmışsın oğlum. Ama "son kez" falanda ne demek? İlahlarında yardımıyla elbet aileni bulacaksındır. Sonrasında eminim yine şu yaşlı balıkçıyı unutmayıp ziyaret etmeye de geleceksindir. Yılda: Tabii ki de öyle olacaktır, Ron... Artık boş mideyle bu kadar muhabbet yeter. Yaptığım lezzetli yemeklerin ve pastaların tadına bakma zamanı geldi. Yılda daha sözünü bitirmemişti ki, birden kulübeden bozma evin kapısı vurulmaya başladı. Kapıya vuran el şiddetini her vuruştan sonra daha çok arttırıyordu ve zavallı emektar kapı biraz daha açılmazsa şüphesiz bu darbelere dayanamayıp kırılacaktı. Kadıncağız haklı olarak korkup çekindi. Kapıya bile yaklaşamadı. Ben sandalyeden kalkmak için hamle yaptığımda babam eliyle omzumu tutup engelledi. Duvarda asılı olan paslanmış eski kılıcına sarıldı ve usulca kapıyı araladı. Ronlo: Kimsiniz ne istiyorsunuz? Adam: Evinize girip, bizi saatlerdir buz gibi havada kapının önünde aç bekleten kişinin arkadaşlarıyız. Yılda: Senden mi bahsediyor bu kaba herif Rune? Sesinden tanımıştım bu Hızlı Vipir'di. Onu buraya getirmeden önce Kırık Testi'deyken babamın evinde hareketlerine dikkat etmesi için söz verdirmiştim. Çünkü babam beni 6 yıl önce evden sadece öz ailemi bulmak için çıktığımı sanıyordu. Hırsızlar Loncasına bulaştığımı duysa kahrolurdu adamcağız. Sahiplendiği çocuğun bir hırsız haline geldiğini bilmemeliydi. Ona bunu yapmaya hakkım yoktu. Bunu sır olarak saklamak zorundaydım. Öfkeli bir şekilde kapıya atılıp şiddetle kendime doğru çektim. Vipir'e sinirlendim. Bunu etrafımdakilere belli etmemek için üstün bir çaba sarf etmeme rağmen kızgınlığım hareketlerime ve ses tonuma giderek yansıyordu. Kontrol edemediğimi hissettiğim için Vipir'i kolundan çekiştirip evin biraz ilerisine sürükledim ve kısık bir sesle ama hiddetimden hiçbir şey kaybetmeden konuştum. Rune: Daha geleli 15 dakika oldu ve sabredemedin değil mi! Alacaklı gibi çalmak zorunda mıydın kapıyı hayvan! Elime elinin tersiyle vurdu. Her zamanki ciddiyetsizliğiyle gözlerini devirerek bana aynı kafasının içi gibi boş bakışlar atarak süzdü. Hızlı Vipir: Saadetinizi bozmak istemezdik ama ne bitmek bilmez muhabbetiniz varmış arkadaş? Gö.. dondu, am... ko... burada. Uzun yoldan geliyoruz yorgun ve açız! Etienne Rarnis: Kendi adına konuş. Niruin: Evet, bunu sorun eden sensin. Hızlı Vipir: Hemen satıyorsunuz bakıyorum! Neyse ne! Daha şimdiden böyle yapacaksanız ileride hiç çekilmezsiniz. Bakın böyle olacaksa dönüyorum ben Vadikent'te! Rune: Tamam... tamam. Bekle Vipir! Şimdi babamın eşi yemekleri masaya koymaya başlayacaktı zaten . Daha fazla büyütmeyelim olayı istersen. Girelim soluklanalım hadi. Hızlı Vipir: Sonunda! İçeriye hiç almayacaksınız sandım bir ara. Eve doğru birlikte yürümeye başladık. Her adımda boğazım daha çok düğümleniyor, yutkunmak zorlaşıyordu. Ya ağzından bir şey kaçırırsa? Hızlı Vipir'i yanıma almak sanırım baştan kötü bir fikirdi ama artık çok geçti. Son pişmanlık bir işe yaramazdı. Beni rezil edip küçük düşürmemesini umup dua ederek evin içine girdik. Babam elindeki kılıcını tekrar duvara astı ve derin bir nefes alıp sözü aldı. Ronlo: Arkadaşlarını dışarda bekletmek yerine daha önceden söyleseydin ya Rune? Böyle gerilmezdik yok yere. O an Hızlı Vipir'in yüzünde toplum arasında tamamen yasaklanması gereken alaycı bir ifade belirdi ve onun eşliğinde gülerek kulağımıza fısıldadı. Hızlı Vipir: Amca silahı çıkarmış bizi kesecekti anlaşılan. Yılda: Hadi çocuklar ayakta kaldınız lütfen üstünüzü çıkarıp masaya geçin. Servise başlayacağım. Yemekler önümüze geldi. Yılda alçakgönüllülük bile yapmıştı. Az bile söylemiş, gerçekten çok lezizdi her biri. Ben sindire sindire yerken, nezaketten yoksun arkadaşlarım masaya çöreklenmiş tabaklarının yanında duran çatal kaşığı yok sayarak elleriyle hayvan gibi yemeye girişmişlerdi. O sırada ben utancımdan yerin dibine girmekte, babamın ve Yılda'nın önünde giderek küçülüp yok olmaktaydım. Onları izlemekten kendimizi alamıyorduk. Bu tiksinç manzara iştahımızı kapatmaya yetti. Ronlo: Rune... Arkadaşlarınla nereden tanışıyorsunuz? Rune: Hah... şey işten. Ya mesai arkadaşıyız değil mi çocuklar? Etienne Rarnis: Avot. Niruin: Albatto. Vipir'de diğerleri gibi ağzındakini yutmadan araya daldı. Hızlı Vipir: Taboo... tob... doha hok huç oratğa... Vipir'in boğazına bir anlık refleksle tutup sıktım. Ama sonra nerde olduğumu hatırlayınca gevşetip bıraktım. Yakasını düzeltiyormuş gibi yapıp ilk önce ağzındakini bitirip öyle konuşmasını rica edip dediklerinin anlaşılmadığını söyledim. Hızlı Vipir: Beni konuşturmadın Rune! Ne diyordum ben? Ha! Suç ortağıyız moruk suç. Vipir bunları söylerken diğer taraftansa dişlerinin arasına sıkışıp kalan yahni parçalarını tırnağıyla çıkartıp gözümüze soka soka yüksek sesle yutuyordu. İğrençliği Sıçan Yolu'n da yaşayan canlılar için hayranlık uyandırıcı ilham kaynağı olabilirdi. Dediklerini tabii duymamla şok geçirdim ve boğazıma o sırada yutmak üzere olduğum lokmam takıldı. Deli gibi öksürdüm ve elimle göğsüme yumruğumu sıkıp sürekli vurdum sonra kısık bir sesle şöyle çıkıştım. Rune: Söz vermiştin! Ronlo: Ne demek oluyor bu? Rune: Sadece kötü bir şaka... Bakışlarımla bana katılması için Vipir'i ve diğer arkadaşlarımı işaretledim. Diğerleri de bana katıldı ve hep birlikte yalandan gülmeye başladık. Hızlı Vipir: Doğru şaka yaptım amca. Ortam şenlensin diye. Yılda: Çok şakacıymış arkadaşın Rune. Rune: Ya öyledir. Öyledir... senin dalağını si... Vipir. Hızlı Vipir: Ne? Az önce küfür mü ettin sen bana? Elimle arkadaşça takılıyormuş gibi yapıp sırtına okkalı bir yapıştırdım. Öyle sert kaçtı ki ben bile şaşırdım. Ciğerleri ağzından yemek masasına fırlayacaktı sanki. Babamın laflarında anlaşılmasa da yüzünde arkadaşlarımdan, özellikle Vipir'den memnuniyetsiz olduğu okunuyordu. Bütün yemek boyunca bu durgunluğu sürdü. Sofra benim için gergin ve stresli geçmişti. Sanki her an Vipir yine çenesini düşürecek ve beni bitirecekmiş gibi davranıyordu ve bunu resmen kasten yapıyordu. Birkaç kez neredeyse yakalanıyor, asıl mesleğim ortaya çıkıyordu ama Dokuzlara şükürler olsun ki güçbela toparlamayı başarmıştım. Havadan sudan konuşmuş, Vipir'in arsızlıklarıyla uğraşmış ve babamın hoşgörü sınırlarının zorlandığını fark edip dışarıda yaşadıklarımı anlatma niyetinden de vazgeçmiştim. Nihayet yemekten sonra küçük üvey kız kardeşimle tanıştım. Gerçekten çok sevimli minik bir kızdı. Kanımız birbirimize hemen kaynadı. Abi kardeş gibi biraz oyunlar oynadık ama sonra doyamadan uyku vakti geldi. Kucağıma alıp yatağına kadar taşıyıp yatırdım. Uykuya dalana kadar ona bildiğim birkaç tane masal anlattım. Yılda eskiden kaldığım odayı bize hazırlamıştı. Her şey neredeyse 6 yıl önceki bıraktığımla aynı gibiydi. Babam odanın düzenini korumuş olmalıydı. Burada beni eski hatıralarımın acılarından başka karşılayan olmadı. Ancak artık hepsi geçmişte kalmıştı. Onları deşmek düzeltmeyecekti. Dört tane eşek kadar adam ile dara cacık bir oda da ve iki kişilik yatakla mahsur kaldım. Buraya Sığmak zorunda kaldık. Vipir gene şikâyet etmeye başladı. Babamın kulağına gitmesini son anda ağzını kapatıp onu odaya tıkarak engelledim. Görgüsüz ayı! Ne olacak... sıkış tepiş yattık. Vipir'in bezdirici ısrarlarına karşın ben ve Niruin yerde yatmak zorunda kaldık. Vipir ile Etienne yatağı kapmıştı. Vipir'in ayağı, Niruin'in kolu ve Etienne'nin başı... İçimden o an keşke Safir'im burada olsaydı diye geçirdim. Ona çok yalvarmış, dil dökmüştüm ama benimle gelmeyi reddetmişti. Onu hala çok seviyordum. Bir yıl boyunca çıktık. Birbirimizi olduğumuz gibi kabullenmiştik. Ondan hiçbir şeyi gizlememiştim. Fakat hayatımla ilgili aldığım bu en önemli kararda beni yalnız bırakmış saygı duymayıp karşı çıkmıştı. Eğer gidersem diye beni tehdit ederek, terk edeceğini ve ayrılacağımızı söyledi. Bu işi kurcalamamamı, bu yüzden beni kaybetmek istemediğini söylüyordu. Peki, böyle yaparak ilişkimizi kendi askıya almadı mı? Ne kadar kararlı olduğumu gösterdiğimde sevgisi ağır basar belki geri adım atar diye düşünmüştüm. Ama keçi inadı vardı kadında, o da çok üzülse de yılmadı. Vadikent'te kalmayı seçti. Bu duygu ve düşüncelerle vücudum çalkalanırken gecenin dipsiz zifiri karanlığının kollarına kendimi ağır ağır teslim etmeye başladım...
Back to Blog
Mavi Hayalet - Fantastik Kurgu6/17/2021 MERHAMET KILICI
Elf avcıları yine peşimdeydi. Gerçeği söylemek gerekirse, bunu birkaç gündür zaten biliyordum. Bunu ilk, şişman hancının gözlerinde, adamın o suçluluk dolu bakışlarının benim bakışlarımla karşılaşmayı reddetmesiyle fark etmiştim. Bunu ikinci olarak, köşede sürekli duran ara sıra yattığım hayat kadının acıyan bakışlarında ve onu isteksiz bir gülümsemeyle örtme çabasında görmüştüm. Genelde yaptığım gibi o günde yemek almak için gittiğim o sefil meyhanedeki müşteriler, içeri girdiğim anda sessizleşmişti. Ancak bu sefer ki üzeri tuhaf deri paçavralarıyla kaplı sırtında büyük bir kılıç taşıyan elf ile karşı karşıya kaldıkları için insan kasaba halkının varlığımdan rahatsız olma sessizliği değildi. Bu daha çok belanın az önce kapıdan içeri girdiğini bilen adamların sessizliğiydi ve şimdi öyle değilmiş gibi davranmak ve beni kandırmak için ellerinden geleni yapıyorlardı ama ben insan davranışları arasındaki farkları çok iyi biliyordum. Üzerime bir tembellik, umursamazlık çökmüştü sorma gitsin. Farkında olduğum gerçeğe rağmen, bir yanım hala bunun böyle olduğunu kabul etmeyi reddediyordu. Yanıldığımı, gördüğüm işaretlerin bir kaçağın paranoyası olduğunu ummak istiyordum. Son üç kasabadaki kalış sürelerim giderek normalden daha uzun sürmeye başlamıştı, varlığımın işaretlerini örtme çabalarım ise yok denecek kadar azalmıştı. Bu davranışlar alışkanlıklarımla tersti. Bırak artık gelsinler diye düşündüm. Eğer cesaretleri varsa beni geri almaya çalışsınlar. Ancak derinlerde bu kovalamacalardan yorulup yorulmadığımı sürekli merak ediyor ve sorguluyordum. Şimdi tam zamanıydı sanırım. Handaki odamdan birkaç küçük eşyamı alarak pencereden hemen atladım. Arkada karanlık bir sokağa giden bir yol vardı, altımda hızlı bir inişin kolayca gerçekleştirilebilecek kadar bir çıkıntı beni karşıladı. Hancının bana endişe içinde bakışlarını inceledikten sonra bu odayı özellikle seçmiştim. Şişman hancı acaba yokluğumu merakıyla mı yoksa odanın kirası için mi beni kontrol etmeye geldiğinde mi gittiğimi fark edecekti? Bunu düşünüyordum doğrusu. Bu ne kadar sürebilirdi ki? Belki bir hafta, belki de beni satan kişi eğer hancıysa harekete geçmesi daha kısa sürebilirdi. Sokakta birkaç yalnız sıçan ve bir çöp yığının kenarında uyuyan bir mülteci elf serserisi dışında hiç kimse yoktu. Bir süre duraksadım ve ırkdaşım olan adama tiksintiyle baktım. İmparatorluktan kaçtıktan sonra daha fazla bu meselelere karışmamayı karar vermiştim. Elflerin sözde özgür olduğu bir ülkeydi burası ve kesinlikle bir elfin yokluğu daha fark edilmeyecek miydi? Elbette bu zavallı şey şehirde yaşayan diğer tüm elfler gibi bir aptaldı. Fakat içinde doğduğu halkının çoğunluğunun korkmuş koyunlar gibi yaşayarak özgürlüklerini boşa harcamayı seçeceklerini nereden bilebilirdi? İki seçeneği vardı yerel yönetici insanların elflerden beklediği gibi uysal bir köle gibi davranarak insanların çöplerini yiyerek yaşamaktı. Diğer seçenek ise insan şehirlerinin yakınlarında ormanlarda pislik içerisinde sürünerek insanlarla saklambaç oynamak zorunda kalan elf klanlarından birine katılmaktı ya da savaşmak... O zaman seçimi açıktı. Büyük kılıcımı sırtımdan çekerken köle elf uyandı. Elf ani bir korkuyla ciyakladı ama onu duymazdan geldim. Şimdi, ara sokağın gölgelerinde gizlenmiş başka kişilerde geliyordu. Her iki tarafta en az ikişer adam vardı ve bir tanesi de yukarıda gibiydi. Dinlemeye başladım ve yukarıdaki kil kiremitlerde en ufak çıtırdama seslerini bile duyabiliyordum. Evet, şüphesiz bir okçuydu. Tabii acemiler beni sıkıştırdıklarını düşündüler. Kendimi ana caddeden uzaklaştırmak için ara sokağın sonuna atarak doğru koşmaya başladım. Tabii giderayak o köle elfin sefaletinden başını gövdesinden ayırarak kurtarmıştım. Sonuçta onun bağrışmaları yüzünden yerim tespit olmuştu ve başladığım bir işi de yarım bırakmayı sevmiyordum hiç adetim değildi. Buradan, dolambaçlı yollar, kanalizasyonlar ve asılı çamaşır iplerinden oluşan bir labirente çıktım ama orası çok karanlık görünüyordu. Kasaba muhafızlarını da devriye geziyordu ve onları koşuşturmacaya dâhil etmek istemiyordum. Avcılarımın neden beni en başta yakalatmak için gardiyanlara rüşvet vermediğini merak etmiştim. Bu kesinlikle işlerimi daha zora sokardı. Ne olursa olsun, beni fark ettikleri zaman yerel yöneticilerden de kaçmak zorunda kalacaktım. Ya da hızlı olursam kendim onlardan yardım isteyebilirdim ama bir elfin anlatacaklarına ne kadar kulak asıp yardım etmekte istekli olabileceklerini kestiremiyordum. Belki beni kovalayanları kısa süreliğine engelleyebilirlerdi ama dediğim gibi riske pek değmezdi. Kasabalı dilenci insan korkuyla bağırdı ve sarhoş bir şekilde ayağa fırladı ama ben çoktan onun yanından rüzgar gibi geçmiştim. İki uzun figür yaklaşıyordu gölgelerden, zar zor görüntülerini seçebiliyordum ama şimdi şehir yönetimi tarafından kovalamacanın fark edildiğini gördükleri için avcılar daha hızlı hareket ediyorlardı. Avcıları aslında öldüremeyeceğimden değildi bu kaçmam hatta bu köpekleri katletmekten büyük haz duyardım ama zamanlama doğru değildi. İlk onlar saldırmalıydı. En sonunda tam da istediğim gibi önümü paralı askerler kesti. Kılıcımla yay ile atılan ilk oku yana savuşturdum. İkinci adam bir açıklıktan yararlanmayı umarak çaresizce ileri atıldı yumruğumla onu karşıladım. Derimdeki işaretler parlamaya başladı. İçlerindeki lanetli büyü etimden dışarıya taşıyordu. Yumruğum adamın miğferini delip geçerek doğrudan kafatasını ezerek içinden geçti. Diğer adam korkudan sersemlemiş bir halde yalpalayarak durdu. Dehşetle hayrete düşmüştü. Benim hakkımda sanırım uyarılmamışlardı. Aptallar. Yumruğumu geri çektim işaretler yeniden güçlü parladı ve söndü. Avcının ise ağzından ve kulaklarından kanlar fışkırıyordu yere yığıldı. Şimdiye kadar ilk avcı çoktan ölmüş son nefesini vermişti diğeri kılıcını üzerime sallayarak geldi. İkincisini de ustaca kafasından tutarak kendime çektim. Yumruğumu büyüyle sertleştirip kafatasını ezerken üçüncü adamın kılıcı omzumu derinden yaraladı ve o acıyla bir tekmeyle tuttuğum adamın kafasını bedeninden ayırarak bedenini tuğla duvara fırlattım. Diğer adam çarpmanın etkisiyle cesedin altında kaldı. Yumruğum koyu kırmızı kanla kaplıydı. Bir arbalet oku başımın yanından geçti, kulağım sesiyle çınladı ve bulunduğum yere yaklaşmakta olan daha fazla adamın çizmeli ayak seslerini de duyabiliyordum. Ölü yoldaşını üzerinden kaldırmak için uğraşan yaralı avcının üstünden atlayarak ara sokağa fırladım. Koşarken çamaşır iplerini kestim ve arkamdaki engelleri görebilmek için varilleri devirdim. Kesinlikle peşimden hala hızla geliyorlardı. Adamların ettiği küfürleri ve çatılardaki arbaletçinin pozisyon almak için çabalayışlarını duyabiliyordum. İlk gördüğüm yapının açık panjurundan içeri daldım. Fırından çıkan büyülü gelen yeni ekmek kokusuyla dolu bir mutfağa girdim ve oturduğu masadan ayağa kalkarken bir insan kadın çığlık attı. Evinin içerisinde aniden beliren neredeyse kendi boyunda büyük bir kılıç taşıyan, dar zırhlı çekici bir elfin görüntüsü hiç şüphesiz hoş bir manzara değildi. Kadın ayağa kalktı ve göğüs dekoltesini şüphesiz beklediğimden daha fazla ortaya çıkaran bir gecelikle önümde duruyordu ve şaşırtıcı derecede alımlı görünen kadını duvara korkudan yaslandığını fark etmiştim. Ona gülümsedim ve kadın tekrar çığlık attı. Sanırım yakışıklı yüzümden etkilenmişti. Tezgâhtan kokusuna dayanamadığım için yolda yerim diye taze pişmiş bir somun aldım ve tek çıkış yolu olan kulübenin ön kapısına koştum. Zaten bir asker pencereden o sırada tırmanmaya çalışıyordu, bu kadının bir kez daha çığlık atmasına ve bayılarak yere düşmesine neden oldu. Diğerleri ise neredeyse ön kapıdan girmek ve beni kıstırmak üzereydiler, o yüzden bir an önce çıkmak zorunda kalmıştım. Bir an durmak zorunda kaldım. Kapının önünde duran adamı çok iyi tanıyordum. Kestane rengi pelerin ve simsiyah saçları o ruhsuz siyah gözlerini zar zor kapatıyordu. Boynunda açmış olduğum taze yaradan bahsetmiyordum bile. Lanet olası şifa iksirleri ve iğrenç iyileştirme büyüleri. Neden ölmesi gerekenler ölü kalamıyordu ki? "Seni tekrar görmek güzel." Dedi. Arbaletini kaldırıp oku göğsüme doğrulttuğunda avcının sesi yüzü gibi soğuk bir mırlama gibi çıkıyordu. Çatıdaki ayak seslerini sahibi de oydu. "Geçen sefer olanları düşünürsek, tekrar denemeye karar vermene çok şaşırdım." Dedim. "Artık meselemiz sadece altın değil, kişisel bir hal aldı köle!" Ah, benimle böyle konuştuklarında insanları daha çok seviyordum. Her şey olması gerektiği gibi geliyordu sanki. "Peki bu sefer kafanı sonsuza kadar kaybedeceğinden korkmuyor musun?" diye sordum. "Eskiden olduğun gibi değilsin. Son zamanlarda dikkatsiz bir hale geldin artık. Pes etme zamanın geldi!" Diğer saklanan avcı pencereden üzerime çıktı ve sokaktan gelen diğerlerinin bağırışlarını da duyabiliyordum. Gerçekten iki seçeneğim vardı: Pes etmek ve daha sonra tekrar kaçma şansı ummak... Ya da savaşma şansımı denemek... İlki gerçekten bir seçim bile değildi. Kılıcımın kabzasını daha sıkı kavradım ve avcılara gülümsedim, ağır ağır ölümcül. Vücudumdaki işaretler mavi ışıklar saçarak parlamaya başlamıştı. "Beni istiyorsanız gelin de alın," diye tıslayarak üzerlerine saldırdım...
Back to Blog
Esir Alevi - Fantastik Kurgu -6/12/2021 BÖLÜM I DAĞLARIN BEKÇİLERİ "Kaybettiklerini geri kazansan bile, asla eskisi gibi olmayacak." -Dev Yürek Surgur Evim güzel evim, Benim evim Enginyurt'un kalan son yeminli halkının yaşadığı Puslu Kaya'dır. Skyrim'in yüzeyi altındaki gizli şehir. Benim dünyamda gökyüzü geceleri yıldızların süsünden, gündüzleri ise güneşin sıcak ılık ışıklarından yoksundur. Sadece acımasız sert bir kayadır. Burası Skyrim'in en karanlık yerlerinden biridir . Buraya gelme yanılgısına düşecek kadar budala insanlar için ölüm tuzağıdır. Davetsiz gelenlerin asla geri dönemeyeceklerinden bizzat emin oluruz. Zifiri karanlık koridorlar bir sağa bir sola ilerler bu kasvetli mağaralar irili ufaklı şekillerde birbirine bağlanır. Isırmak için saldıran bir ejderhanın dişleri gibi keskin taş yığınları kimi zaman davetsiz misafirlerin yolunu kesmek isteyen muhafızlar gibi yükselmiş nöbette beklemektedir. Burada ölümün soğukluğunu çağrıştıran derin bir sessizlik hüküm sürer, pusuya yatmış yırtıcı bir sivri diş aslanının sükûneti. Karanlığın kaçınılmaz akıbeti. Puslu Kaya'da sessizlik olduğu zaman kulaklarda yankılanan tek şey uzaklardan gelen bir su damlacığıdır. Bunu tıpkı kör Falmer halkının avlarını kulaklarıyla tespit etmeye çalıştığı sıradaki sakin kalplerinin atışlarına benzetebilirim. Damlacıklar sessiz kayalardan süzülerek Puslu Kaya'nın havuzlarına akar. Ta ki sükûnet bozulana dek, bu havuzların durgun yüzeylerinin altında hangi tehlikelerin olduğu ahmak maceraperestlerin tahminlerinden ve hayallerinden öteye gitmez. Buralardaki yaşam bölgeleri sonradan kralımız Madanach'ın aklı başında olduğu dönemlerindeki önderliği sayesinde eklenmiştir. Yüzeydeki şehirlerin pek çoğu kadar büyük bir alan haline gelmiştir. Ancak, buralar aslında bir sığınak değildir, yalnızca budala gezginler böyle sanırlardı. Bu şehir tüm Skyrim'deki en şeytani ırklardan birinin vatanıdır. Yüz mamut genişliğinde ve elli dev yüksekliğinde böyle bir mağarada beliriverir Puslu Kaya. Yok, olmaya mahkûm edilmiş Enginyurt'lu yeminli kabilesine özgü, ancak başka bir dünyaya ait gibi kaotik bir zarafet taşıyan abide. Puslu Kaya, esasen nüfüs açısından çok kalabalık bir şehir sayılmaz. Yalnızca on bin yeminli barınır burada. Zaten artık büyük bir halkta değildik, Ulu Kral Ulfric Fırtınapelerin yüzünden. Yirmi yıl kadar önce oldukça kaba sıradan küçük bir mağaradan ibaret olan bu mekân, şimdi sakin ve büyülü bir ışıltı saçan sırayla ve özenle oyulmuş duvarlarıyla bir sanat eserini andırır. Skyrim'deki diğer yeraltı şehirleri arasında Puslu Kaya biçimsel bir mükemmelliktir. Tek bir taş bile doğal halinde bırakılmamıştır içerisinde inşaata başladığımızdan sonra. Ancak, harika şehrimizin inşasındaki bu büyüleyici düzen, detay, görünümünün güzelliği, zarifliği ve hoşluğu yalnızca ırkımızın yüreklerindeki zalimliğin ve yönetimindeki keşmekeş ve kötülüğü gizleyen bir aldatmacadan ibarettir. Yine de, hiç yoktan bir kralımız olmasına rağmen bu saklanmış çarpık dünyanın arka planda kalan asıl yöneticisi iğrenç kadınlar hagravenlerdir. Kara büyüden yaratılmış dehşet verici, ölümcül insansı yamyam bir ırktır. Yaşlı bir kadını andırır görünümleri ama diğer yönden iki ayaküstünde duran siyah tüyleri ve devasa pençeleriyle bir kargaya benzetilirler. İtaatkâr bir kul olmayanların sefil hayatları bir hagravenin keskin şiddetli pençeleriyle ya da onların sadık askerleri Fundayüreklerin kılıçlarının ucunda solar. Hagravenler her koşulda hayatta kalmayı başaran çetin ve felaket saçan yaratıklardı. İşte benim evim böyle bir yerdi. Kaybedenlerin ölüm vadisi, sürülmüşlerin ülkesi, kâbuslar diyarı. Din ise karmaşık olan bir başka sıkıntımız. Başlangıç olarak bizim kültürümüz için tek önemli şey diyebilirim. Tanrıça olarak kabullenip takipçileri olduğumuz hagravenler ve onların aracılığıyla hizmet ettiğimiz deadrik prensler. Hircine ve Namira gibi. Puslu Kaya'da onlara adanmış bir kaç tane mabet yapılmıştı. Her köşe başında heykellerine ve sunaklarına rastlamakta mümkündü. Böyle korkunç bir toplumda güce ulaşmanın tek yolu elbette öldürmektir. Sanırım hiç şaşırmadınız. İtiraf etmeliyim, şu anda hatırlamadığım göstermelik bazı davranış kurallarımız vardı galiba ama gerçek adaleti kimse umursamadığı için anlamsızlardı. Herkes yüce kraliçe hagraven ile nedimelerine ve sadist yeminli kral Madanach'a sarsılmaz bir sevgi ve saygı duymak zorundadır. Otoriteleri asla sorgulanamaz. Halk sadece onları memnun etmek için yaşar ve avlanır ya da av olurlar. Peki, gerçek yeminliler aslında kimdi ve onlara ne oldu bilmek istiyor musunuz? Bizler Breton asıllı olan kendi topraklarımızı yakan ve yağmalayan insanlarız. İçimizde ayrıca pek çok ırktan kişi barınıyor; Ork, elf, khajiit ve argonyalı gibi. Bizler bir zamanlar nord halkının belasıydık. Karanlıkta üzerlerine inen baltalardık. Bizler unutulmuş eski tanrıların çığlıklarıydık. Enginyurt'un topraklarının gerçek kızları ve çocukları bizleriz. İlk başta gerçek kutsal bir amacımız vardı; tekrar bağımsızlığımızı kazanmak için topraklarımızı nordların elinden almak ve onlara doğum hakkımız olan bu özgür krallığı mezar haline getirmekti. Fakat toplumum zaman içinde içlerine düştükleri çelişkilerle ve aldıkları sayısız yenilgiyle amaçlarından saptılar. Zafere duyduğumuz açlık ruhlarımızı mahvetti, bizden geriye nefret ve korku duyulan vahşi barbarlar kaldı. İmza Markarth'lı Eltrys'in oğlu Dev Yürek Surgur Tarih: 4. Çağ 221. Yılı. |